20 Mayıs 2012 Pazar

Nietzsche'de Varoluş Kavramı -Etkin Bir Varoluşa Giriş-

[Bu yazı Anafor Dergi'nin 7 Haziran 2012 tarihli 2. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Nietzsche için varoluşçu bir filozof demek fazlasıyla zordur. En azından varoluşçuluğu tanımlaya cogito-birey, özgür irade ve sorumluluk gibi temel temaların bir kaçı, Nietzsche'nin reddettiği temalardır. Ama Nietzsche için bir varoluş filozofu denebilir, ki belki de Nietzsche'yi varoluşçulara yakınlaştıran en önemli tema, insanın özünün olumsuzlanması ve varoluşun, çoğulluğun olumlanmasıdır.

Nietzsche'nin varoluş problemini işlemesi, Tragedyanın Doğuşu isimli yapıtından itibaren başlar. Bu kitabı varoluş açısından kat eden temel izlek Yunanlılarda, varoluşun nasıl konumlandığıdır. Nietzsche'ye göre, Yunanlılar, varoluşu, bir ölçüsüzlük, hybris ve suç olarak konumlamaktadırlar[1]. Acı çeken varoluşun, suçlu olması gerekir, varoluş açı çektiği için suçludur. Özellikle Anaksimandros'un ifadesinde bu açık ve nettir: "İnsanlar zamanın düzenine göre birbirlerine haksızlıklarının cezasını ve telafisini öderler."

Masumiyet Olarak Varoluş

Nietzsche daha sonra bu değerlendirmeyi terk edecektir. Çünkü, varoluş böyle görüldüğünde ona çok fazla anlam yüklenmiş olur. Nietzsche için varoluş, bir masumiyet ve bir oyundur. Ve asıl olarak, Herakleitos'un değerlendirmesidir geçerli olan. Oluşta hiç bir suç yoktur: O taşlarıyla oyun oynayan bir çocuktur.
Nietzsche için varoluş asla sorumlulukla yan yana gelemez, o neşeli sorumsuzluktur, bir hafifliktir. Onun, gerek Anaksimandros'ta gerekse Hıristiyanlıkta, birinde suçlu, diğerinde günahkar olarak tanımlanmasına karşıdır Nietzsche. Sorumluluk, intikam içgüdüsünün bir semptomu, bir göstergesidir: "Nerede sorumluluk arandıysa, onu arayan intikam içgüdüsüydü. Bu intikam içgüdüsü insanı bilerce yıl boyunca öylesine hükmü altına almıştır ki metafiziğe, psikolojiye, tarih kavramına, ama her şeyden önce bütün ahlaklılıklara aşılanmıştır. İnsan, düşündüğü oranda bir şeylere intikam mikrobunu da bulaştırmıştır. Tanrıyı bile bununla hasta etmiş, varoluşu genel olarak masumiyetinden yoksun bırakmıştır; şöyle ki şu veya bu şekildeki bir varlığın her durumunu bir istence, bir maksada, sorumlu bir eyleme kadar geriye doğru izlemiştir."[2]
Nietzsche intikam içgüdüsünde ve hınçta, basit bir psikolojik olay değil, Sami ve Hıristiyan düşüncesinin temel kategorilerini bulur.[3] O, sorumsuzluğa ve neşeli bir varoluşa olumlu bir anlam kazandırmayı hedefler.[4]

15 Mayıs 2012 Salı

Üniversite, Üniversite

[Bu yazı Anafor Dergi'nin 7 Haziran 2012 tarihli 2. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Bilgi adını içinde yaşadığımız topluma verdiğinde, zaten ölmüştü. Ya da belki onun bedeni, ancak öldükten sonra tüm bir toplumun sınırsız uzamına yayılabilir. Eski hiyerarşik yapısını korumaya çalışan -ya da bir tür ölü-seviciliğin pençesine düşen mi demeli?-, üniversite şimdi nasıl olur da enformatif iktidarını koruyabilir?
Disiplin toplumuna özgü, bilgi-iktidar ilişkisi, belki de biçim değiştirdi. Bilginin iktidar ilişkilerinde, yaydığı hakikat etkileri ile öznellikleri sınırlama -öbekleme- ve önceden belirleme misyonu; yerini denetim toplumu[1]nun esnek ve yaratıcılığı kışkırtan enformasyonun akışına doğru kaydı. Bilgi bir öbek iken, enformasyon bir akıştır: Yayın akışı, haber akışı, akademisyen akışı, öğrenci akışı gibi... Tüm bir Bologna tantanasının koptuğu bağlam, enformasyon akışının bu gergin yüzeyidir. Bu akış öncelikle, paradigmatikliğe ve hatta nihayetinde yönteme saldırı ile mümkün oldu: Daha demokrat ve çoğulcu bir akademi.[2] Fakat bu saldırı akademi içinde yürürken, aslında, zaten şirketler ve internet, hatta internet yolu ile şirketler, enformasyon akışı ağlarını örmekte ve denetimi ve denetimsel iktidarı ele geçirmekteydiler[3]: Reklamın, haberin, her türlü girdinin -facebook, tweeter, bloglar vs..-, akışlar olarak denetimi. Tersten söylenirse, bilginin yok-yeri.

Mülkiyet Problemi

Bir zamanlar bilgi mülk edinilebiliyordu. Fakat, enformasyon akışı denilen şeyi, kimse mülk edinmek falan istemiyor -kim evine getirir getirmez çürüyecek bir karpuzu satın almak ister ki? Hatta karpuz alıp, evde elmaya dönüşümünü görmek ister?-.[4] İmparatorluk, büyük insan gruplarını yersizyurtsuzlaştırırken, aslında, onlara tekabül eden referans sistemlerini de parçalarken, bu büyük akışlara uygun, nesnellik ve bilimsellik iddiasını kaybetmiş enformasyonlar üretebilmektedir. Herhangi bir akışın, güncelliğini yitirmesi sadece ve sadece an meselesidir. Bu anlamıyla, bir görünüp bir kaybolan akımlar gibidir bir akış: Parlayıp sönen neon lambaları.
Sorun, üniversite açısından başka bir şekilde de tasvir edilebilir. Ortadan kalkan şey, sözgelimi Türkiye'de, özel üniversitenin lehine, kamu üniversiteleri değildir. Özel üniversiteler bilgiden, enformasyon akışına geçişte, kamu üniversitelerinden yapıları gereği çok daha esnek ve başarılı olmuşlardır sadece. Ve bugün, bizim gibi ülkelerde, özelleştirme mevzubahis ediliyorsa, bu, asıl amaç değil, sadece kamu üniversitelerinin, enformasyon akışı düzenlemesine -bir borsa- entegre olmaktaki yeteneksizliklerinden kurtulmaktır. Özelleştirme, bilgi, bir mülkiyet olarak kapitalizme dahil edilsin diye değil; akışın önündeki bariyerler ortadan kalksın diye yapılmaktadır.
Şirketler, bilgiyi mülk edinmeyi değil, enformasyon akışları yaratmayı arzular. Çünkü, bir akışta bir kod[5] olarak beliren öznelerde, arzular yaratmayı hedefler; bilincin ideolojik manüplasyonu yolu ile değil, arzunun bilinçdışında hakimiyet kurmak yolu ile işler. Bütün bir reklamcılık sektörü, bunun dahiyane örneğidir. "Yaratıcı çalışanlar" en başta bunu ima eder. Enformasyon akışları düzeninin, paradigmatik hiyerarşi ile olan düşmanlığı bundandır. Paradigmatik baskının olduğu ortam yaratıcılık için olumsuz bir ortamdır. Bütün bir Bologna sürecinin temel söylemlerinden biridir yaratıcılık: Çoklu-paradigmalar ve yaratıcılık kışkırtıcılığı.[6]

Politika Problemi

Nasıl bir üniversite arzulanabilir? En azından verili olan kamusal üniversite -parçalanmakta olan demeli-, özel karşısında savunulamaz durumdadır. Kapalılığı, hiyerarşikliği, antidemokratikliği, onu savunmanın zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ama sorun bizatihi bu özel/kamusal dikotomisinin kendisindedir. Özel/kamusal gerilimi -ki bir sözde gerilimdir-, hakikatin yokluğunu ve şirketsel enformasyon üretiminin ikisinin de içine sızmış olduğu gerçeğini gizlemektedir. Sanki, hala, bir bilimsellik, toplum adına ve toplum için bir bilimsellik mümkünmüş gibi... Kamu üniversitesi arzusu, yitip giden hakikatin hülyalı bir iç geçiriş olarak talep edilmesinden başka bir şey değildir. CERN gibi bir çok başka deneyde ve çalışma alanında olan biten şey, enformatif akışın kolektif olarak yaratılmasıdır. Hakikat dünyadan silindiği gibi, enformasyon üretimi de bireyselliğini kaybetmiştir. İnternet ve dünyayı saran enformasyon ağları hem dolaşımı, hem de üretimi kolektifleştirmiştir.
Bu durumda, özel/kamusal tartışması da içeriksizleşir. Üretim, parça parça, dünyanın dört bir yanındaki özneler tarafından yapılmaktadır. Denetimsel iktidar, üretimi, işaret edilen yaygın ağlar sayesinde denetlemekte ve düzenlemektedir: Bir elektrik akışını denetleyen regülatör gibi, enformasyon akışını, değiş-tokuşunu mümkün kılacak oranda, çıktılar üzerinden standartlaştırmaktadır[7].
Şimdi güncelliğin içinde şu soru asılı durmaktadır: Üniversite geçmişine rağmen nasıl ayakta duracaktır? Üniversite, bir hakikat rejimi oluşturmadan nasıl güçlü olacaktır? Üniversite, bilgi toplumunda, enformasyonun tüm toplumsal bedene sınırsız yayılımı karşısında, hangi konumu işgal edebilir? Veya şöyle de sorulabilir: Ortak olanın otonomisi, denetimsel iktidar karşısında nasıl kurulabilir? Üniversitenin güncelliğini kaplayan var-oluşsal soru budur.


[1] Bkz: Bu sayı içinde, Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[2] Amacım kesinlikle, ne demokrasiye, ne de çoğulluğa saldırmak. Yöntemin hiyerarşik iktidarının her hangi bir meşruiyeti kalmamıştır. Bkz: Feyereband, Yönteme Karşı, Ayrıntı yay.
[3] Akademinin, şirketler ve internet ile rekabeti ve toplumsal fabrikada işgal ettiği yer ile ilgili bkz: Arzu, Toplumsal Fabrikada Üniversiteler, Otonom dergisi, 21. Sayı, Mart-Nisan 2010, sf: 11
[4] Bunun için, Web 2.0 tasarısına göz atılabilir.
[5] Bkz: Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[6] Bu yaratıcılık kışkırtıcılığı, sadece akademik ortam için değil, aslında genel olarak tüm bir gayri maddi emek sürecinin de temel motiflerinden biridir.
[7] Bologna sürecinde üniversitelerin çıktı denkliğinden anladığı da budur.

11 Mayıs 2012 Cuma

Stoacılarda İnsan Kavrayışı


    - Antik Yunan Sitesi ve İnsan

Antik Yunan sitesinde insan, sitenin sınırları ve referans alanında kavranıyordu. Oikosun, zorunluluğun alanından, sitenin politik ortamına dahil olduğu oranda, kendi sözünü, yani logosunu sitenin pratik yurttaşlık konumu içinde, yönetime dahil olarak ifade ettiğinde kendi özünü buluyordu: zoon politikon. Tragedyanın ve felsefenin işlevlerinin en başı, nesnel, sitesel etiği nesnelleştirmek ve insanın sitenin içinde alter-egoları ile bir dostluk ilişkisi içerisinde örgütlenmesinin imkanını yaratmaktır.
Antik Yunan site toplumu için, site dışı, apolis bir insan, gerçek anlamda bir insan değildi. Bu toplumda, en mühim soru olan "İyi yaşam nedir?" sorusu, namevcut bireyin kişisel mutluluğuna doğru değil, site içindeki insanın ve aslında doğrudan tüm bir site toplumunun mutluluğuna doğru sorulmuş bir sorudur. Demokratik site yönetiminde, insanı insan yapan şey, bu arayışa katılması/katılabilmesidir. Trajik kahramanlar, bireyselleşmiş insanlar değil, bilakis, site toplumunun mutluluğu için çaba harcamış, bu uğurda erdemli bir yaşam sürmüş ve kendi hayatını ortaya koyarak diğer alter-egolar arasında öne çıkmış, ölümsüzleşmiş insanlardır. Bu, herhangi bir öte dünya inancına sahip olmayan Antik Yunan'ın ölümle başa çıkma yöntemidir de aynı zamanda.
Özgürlük, bu topluluklarda, ancak biyolojik döngülerden özgürleşmek ve politik olarak logosa iştirak etmek anlamına gelebilirdi. İnsan ve hayvan ile diğer canlılar arasındaki sınır, tam da buradan geçmektedir. Aristoteles'te, Platon'da ve daha nicesinde insan için doğal ve erdemli olan, insan doğasına içkin olan şey, onun topluluğun yaşamına aktif katılımıdır. Onun ahlâki ve politik öznelliğini belirleyen şey ve değerlendirmenin ölçütü, sitenin nesnel ethosundan aldığı paydır.
Sitenin, insanın ve onların bir-aradalığının varlığının ezeli-ebediliğine ve ilişkilerinin özselliği o kadar ön plandadır ki, Platon, Devlet'inin daha başında insan için iyiyi aramaya başladığında, onu ilk önce site için iyi de bulmayı teklif eder.[1] Sitenin politik olarak örgütlenişi ile, insanın ahlâki ve psikolojik yapısı arasındaki farklar yok denecek kadar azdır ve önemsizdir. Veya farklı bir şekilde ifade edilirse, makro-kozmos(site) ile mikro-kozmos(insan) tam bir uyum içerisindedir.