Bilgi adını
içinde yaşadığımız topluma verdiğinde, zaten ölmüştü. Ya da belki onun bedeni,
ancak öldükten sonra tüm bir toplumun sınırsız uzamına yayılabilir. Eski
hiyerarşik yapısını korumaya çalışan -ya da bir tür ölü-seviciliğin pençesine
düşen mi demeli?-, üniversite şimdi nasıl olur da enformatif iktidarını
koruyabilir?
Disiplin toplumuna özgü, bilgi-iktidar ilişkisi, belki de biçim
değiştirdi. Bilginin iktidar ilişkilerinde, yaydığı hakikat etkileri ile
öznellikleri sınırlama -öbekleme- ve önceden belirleme misyonu; yerini denetim toplumu[1]nun esnek ve yaratıcılığı kışkırtan enformasyonun akışına doğru kaydı. Bilgi
bir öbek iken, enformasyon bir
akıştır: Yayın akışı, haber akışı, akademisyen akışı, öğrenci akışı gibi... Tüm
bir Bologna tantanasının koptuğu bağlam, enformasyon
akışının bu gergin yüzeyidir. Bu akış öncelikle, paradigmatikliğe ve hatta
nihayetinde yönteme saldırı ile
mümkün oldu: Daha demokrat ve çoğulcu bir akademi.[2]
Fakat bu saldırı akademi içinde yürürken, aslında, zaten şirketler ve internet,
hatta internet yolu ile şirketler, enformasyon akışı ağlarını örmekte ve denetimi ve denetimsel iktidarı ele geçirmekteydiler[3]:
Reklamın, haberin, her türlü girdinin -facebook, tweeter, bloglar vs..-,
akışlar olarak denetimi. Tersten söylenirse, bilginin yok-yeri.
Mülkiyet Problemi
Bir zamanlar bilgi mülk edinilebiliyordu.
Fakat, enformasyon akışı denilen
şeyi, kimse mülk edinmek falan istemiyor -kim evine getirir getirmez çürüyecek
bir karpuzu satın almak ister ki? Hatta karpuz alıp, evde elmaya dönüşümünü
görmek ister?-.[4]
İmparatorluk, büyük insan gruplarını yersizyurtsuzlaştırırken, aslında, onlara
tekabül eden referans sistemlerini de parçalarken, bu büyük akışlara uygun,
nesnellik ve bilimsellik iddiasını kaybetmiş enformasyonlar üretebilmektedir.
Herhangi bir akışın, güncelliğini yitirmesi sadece ve sadece an meselesidir. Bu anlamıyla, bir
görünüp bir kaybolan akımlar gibidir bir akış: Parlayıp sönen neon lambaları.
Sorun, üniversite açısından başka
bir şekilde de tasvir edilebilir. Ortadan kalkan şey, sözgelimi Türkiye'de,
özel üniversitenin lehine, kamu üniversiteleri değildir. Özel üniversiteler bilgiden, enformasyon akışına geçişte, kamu üniversitelerinden yapıları
gereği çok daha esnek ve başarılı olmuşlardır sadece. Ve bugün, bizim gibi
ülkelerde, özelleştirme mevzubahis ediliyorsa, bu, asıl amaç değil, sadece kamu
üniversitelerinin, enformasyon akışı düzenlemesine
-bir borsa- entegre olmaktaki yeteneksizliklerinden kurtulmaktır. Özelleştirme,
bilgi, bir mülkiyet olarak
kapitalizme dahil edilsin diye değil; akışın önündeki bariyerler ortadan kalksın
diye yapılmaktadır.
Şirketler, bilgiyi mülk edinmeyi
değil, enformasyon akışları yaratmayı arzular. Çünkü, bir akışta bir kod[5]
olarak beliren öznelerde, arzular yaratmayı hedefler; bilincin ideolojik
manüplasyonu yolu ile değil, arzunun bilinçdışında hakimiyet kurmak yolu ile
işler. Bütün bir reklamcılık sektörü, bunun dahiyane örneğidir. "Yaratıcı
çalışanlar" en başta bunu ima eder. Enformasyon
akışları düzeninin, paradigmatik
hiyerarşi ile olan düşmanlığı bundandır. Paradigmatik baskının olduğu ortam
yaratıcılık için olumsuz bir ortamdır. Bütün bir Bologna sürecinin temel
söylemlerinden biridir yaratıcılık: Çoklu-paradigmalar ve yaratıcılık
kışkırtıcılığı.[6]
Politika Problemi
Nasıl bir üniversite
arzulanabilir? En azından verili olan kamusal üniversite -parçalanmakta olan
demeli-, özel karşısında savunulamaz durumdadır. Kapalılığı, hiyerarşikliği,
antidemokratikliği, onu savunmanın zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ama sorun
bizatihi bu özel/kamusal dikotomisinin kendisindedir. Özel/kamusal gerilimi -ki
bir sözde gerilimdir-, hakikatin
yokluğunu ve şirketsel enformasyon üretiminin ikisinin de içine sızmış olduğu
gerçeğini gizlemektedir. Sanki, hala, bir bilimsellik, toplum adına ve toplum
için bir bilimsellik mümkünmüş gibi... Kamu üniversitesi arzusu, yitip giden hakikatin hülyalı bir iç geçiriş olarak
talep edilmesinden başka bir şey değildir. CERN gibi bir çok başka deneyde ve
çalışma alanında olan biten şey, enformatif
akışın kolektif olarak yaratılmasıdır. Hakikat
dünyadan silindiği gibi, enformasyon
üretimi de bireyselliğini kaybetmiştir. İnternet ve dünyayı saran enformasyon ağları hem dolaşımı, hem de
üretimi kolektifleştirmiştir.
Bu durumda, özel/kamusal tartışması
da içeriksizleşir. Üretim, parça parça, dünyanın dört bir yanındaki özneler
tarafından yapılmaktadır. Denetimsel
iktidar, üretimi, işaret edilen yaygın ağlar sayesinde denetlemekte ve
düzenlemektedir: Bir elektrik akışını denetleyen regülatör gibi, enformasyon akışını, değiş-tokuşunu
mümkün kılacak oranda, çıktılar üzerinden standartlaştırmaktadır[7].
Şimdi güncelliğin içinde şu soru
asılı durmaktadır: Üniversite geçmişine rağmen nasıl ayakta duracaktır?
Üniversite, bir hakikat rejimi oluşturmadan
nasıl güçlü olacaktır? Üniversite, bilgi
toplumunda, enformasyonun tüm toplumsal bedene sınırsız yayılımı
karşısında, hangi konumu işgal edebilir? Veya şöyle de sorulabilir: Ortak olanın otonomisi, denetimsel iktidar karşısında nasıl
kurulabilir? Üniversitenin güncelliğini kaplayan var-oluşsal soru budur.
[1] Bkz: Bu
sayı içinde, Gilles Deleuze, Denetim
Toplumları
[2] Amacım
kesinlikle, ne demokrasiye, ne de çoğulluğa saldırmak. Yöntemin hiyerarşik
iktidarının her hangi bir meşruiyeti kalmamıştır. Bkz: Feyereband, Yönteme Karşı, Ayrıntı yay.
[3] Akademinin,
şirketler ve internet ile rekabeti ve toplumsal
fabrikada işgal ettiği yer ile ilgili bkz: Arzu, Toplumsal Fabrikada Üniversiteler, Otonom dergisi, 21. Sayı,
Mart-Nisan 2010, sf: 11
[4] Bunun
için, Web 2.0 tasarısına göz atılabilir.
[5] Bkz:
Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[6] Bu
yaratıcılık kışkırtıcılığı, sadece akademik ortam için değil, aslında genel
olarak tüm bir gayri maddi emek sürecinin de temel motiflerinden biridir.
[7] Bologna
sürecinde üniversitelerin çıktı denkliğinden anladığı da budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder