15 Mayıs 2012 Salı

Üniversite, Üniversite

[Bu yazı Anafor Dergi'nin 7 Haziran 2012 tarihli 2. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Bilgi adını içinde yaşadığımız topluma verdiğinde, zaten ölmüştü. Ya da belki onun bedeni, ancak öldükten sonra tüm bir toplumun sınırsız uzamına yayılabilir. Eski hiyerarşik yapısını korumaya çalışan -ya da bir tür ölü-seviciliğin pençesine düşen mi demeli?-, üniversite şimdi nasıl olur da enformatif iktidarını koruyabilir?
Disiplin toplumuna özgü, bilgi-iktidar ilişkisi, belki de biçim değiştirdi. Bilginin iktidar ilişkilerinde, yaydığı hakikat etkileri ile öznellikleri sınırlama -öbekleme- ve önceden belirleme misyonu; yerini denetim toplumu[1]nun esnek ve yaratıcılığı kışkırtan enformasyonun akışına doğru kaydı. Bilgi bir öbek iken, enformasyon bir akıştır: Yayın akışı, haber akışı, akademisyen akışı, öğrenci akışı gibi... Tüm bir Bologna tantanasının koptuğu bağlam, enformasyon akışının bu gergin yüzeyidir. Bu akış öncelikle, paradigmatikliğe ve hatta nihayetinde yönteme saldırı ile mümkün oldu: Daha demokrat ve çoğulcu bir akademi.[2] Fakat bu saldırı akademi içinde yürürken, aslında, zaten şirketler ve internet, hatta internet yolu ile şirketler, enformasyon akışı ağlarını örmekte ve denetimi ve denetimsel iktidarı ele geçirmekteydiler[3]: Reklamın, haberin, her türlü girdinin -facebook, tweeter, bloglar vs..-, akışlar olarak denetimi. Tersten söylenirse, bilginin yok-yeri.

Mülkiyet Problemi

Bir zamanlar bilgi mülk edinilebiliyordu. Fakat, enformasyon akışı denilen şeyi, kimse mülk edinmek falan istemiyor -kim evine getirir getirmez çürüyecek bir karpuzu satın almak ister ki? Hatta karpuz alıp, evde elmaya dönüşümünü görmek ister?-.[4] İmparatorluk, büyük insan gruplarını yersizyurtsuzlaştırırken, aslında, onlara tekabül eden referans sistemlerini de parçalarken, bu büyük akışlara uygun, nesnellik ve bilimsellik iddiasını kaybetmiş enformasyonlar üretebilmektedir. Herhangi bir akışın, güncelliğini yitirmesi sadece ve sadece an meselesidir. Bu anlamıyla, bir görünüp bir kaybolan akımlar gibidir bir akış: Parlayıp sönen neon lambaları.
Sorun, üniversite açısından başka bir şekilde de tasvir edilebilir. Ortadan kalkan şey, sözgelimi Türkiye'de, özel üniversitenin lehine, kamu üniversiteleri değildir. Özel üniversiteler bilgiden, enformasyon akışına geçişte, kamu üniversitelerinden yapıları gereği çok daha esnek ve başarılı olmuşlardır sadece. Ve bugün, bizim gibi ülkelerde, özelleştirme mevzubahis ediliyorsa, bu, asıl amaç değil, sadece kamu üniversitelerinin, enformasyon akışı düzenlemesine -bir borsa- entegre olmaktaki yeteneksizliklerinden kurtulmaktır. Özelleştirme, bilgi, bir mülkiyet olarak kapitalizme dahil edilsin diye değil; akışın önündeki bariyerler ortadan kalksın diye yapılmaktadır.
Şirketler, bilgiyi mülk edinmeyi değil, enformasyon akışları yaratmayı arzular. Çünkü, bir akışta bir kod[5] olarak beliren öznelerde, arzular yaratmayı hedefler; bilincin ideolojik manüplasyonu yolu ile değil, arzunun bilinçdışında hakimiyet kurmak yolu ile işler. Bütün bir reklamcılık sektörü, bunun dahiyane örneğidir. "Yaratıcı çalışanlar" en başta bunu ima eder. Enformasyon akışları düzeninin, paradigmatik hiyerarşi ile olan düşmanlığı bundandır. Paradigmatik baskının olduğu ortam yaratıcılık için olumsuz bir ortamdır. Bütün bir Bologna sürecinin temel söylemlerinden biridir yaratıcılık: Çoklu-paradigmalar ve yaratıcılık kışkırtıcılığı.[6]

Politika Problemi

Nasıl bir üniversite arzulanabilir? En azından verili olan kamusal üniversite -parçalanmakta olan demeli-, özel karşısında savunulamaz durumdadır. Kapalılığı, hiyerarşikliği, antidemokratikliği, onu savunmanın zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ama sorun bizatihi bu özel/kamusal dikotomisinin kendisindedir. Özel/kamusal gerilimi -ki bir sözde gerilimdir-, hakikatin yokluğunu ve şirketsel enformasyon üretiminin ikisinin de içine sızmış olduğu gerçeğini gizlemektedir. Sanki, hala, bir bilimsellik, toplum adına ve toplum için bir bilimsellik mümkünmüş gibi... Kamu üniversitesi arzusu, yitip giden hakikatin hülyalı bir iç geçiriş olarak talep edilmesinden başka bir şey değildir. CERN gibi bir çok başka deneyde ve çalışma alanında olan biten şey, enformatif akışın kolektif olarak yaratılmasıdır. Hakikat dünyadan silindiği gibi, enformasyon üretimi de bireyselliğini kaybetmiştir. İnternet ve dünyayı saran enformasyon ağları hem dolaşımı, hem de üretimi kolektifleştirmiştir.
Bu durumda, özel/kamusal tartışması da içeriksizleşir. Üretim, parça parça, dünyanın dört bir yanındaki özneler tarafından yapılmaktadır. Denetimsel iktidar, üretimi, işaret edilen yaygın ağlar sayesinde denetlemekte ve düzenlemektedir: Bir elektrik akışını denetleyen regülatör gibi, enformasyon akışını, değiş-tokuşunu mümkün kılacak oranda, çıktılar üzerinden standartlaştırmaktadır[7].
Şimdi güncelliğin içinde şu soru asılı durmaktadır: Üniversite geçmişine rağmen nasıl ayakta duracaktır? Üniversite, bir hakikat rejimi oluşturmadan nasıl güçlü olacaktır? Üniversite, bilgi toplumunda, enformasyonun tüm toplumsal bedene sınırsız yayılımı karşısında, hangi konumu işgal edebilir? Veya şöyle de sorulabilir: Ortak olanın otonomisi, denetimsel iktidar karşısında nasıl kurulabilir? Üniversitenin güncelliğini kaplayan var-oluşsal soru budur.


[1] Bkz: Bu sayı içinde, Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[2] Amacım kesinlikle, ne demokrasiye, ne de çoğulluğa saldırmak. Yöntemin hiyerarşik iktidarının her hangi bir meşruiyeti kalmamıştır. Bkz: Feyereband, Yönteme Karşı, Ayrıntı yay.
[3] Akademinin, şirketler ve internet ile rekabeti ve toplumsal fabrikada işgal ettiği yer ile ilgili bkz: Arzu, Toplumsal Fabrikada Üniversiteler, Otonom dergisi, 21. Sayı, Mart-Nisan 2010, sf: 11
[4] Bunun için, Web 2.0 tasarısına göz atılabilir.
[5] Bkz: Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[6] Bu yaratıcılık kışkırtıcılığı, sadece akademik ortam için değil, aslında genel olarak tüm bir gayri maddi emek sürecinin de temel motiflerinden biridir.
[7] Bologna sürecinde üniversitelerin çıktı denkliğinden anladığı da budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder