22 Aralık 2011 Perşembe

Antik Yunan Tragedyası ve Politik Yapısı Üzerine Kısa Bir İnceleme

Antik Yunan siteleri, kendileri ortalama on kabileden oluşan fratrilerin, bir araya gelerek oluşturdukları yapılardır. Bu siteleri oluşturan fratriler, hangi amaçla ve nasıl bir araya gelirse gelsinler, aralarında belli kavgalar olsa dahi, bir arada yaşamayı kabul etmişlerdir ve ortak bir totem altında birleşmişlerdir. Her topluluk gibi, Yunan toplumu da, işlevlerin ayrışması ve tüketim fazlasının oluşması ile sınıfsal ayrışmaya uğrar. Eğer ki, Antikitede demokrasiyi ve onunla tragedya arasındaki ilişkiyi anlamak istiyorsak, biraz sitenin içindeki sınıfsal duruma bakmalıyız.

Antik site, şehir, polis, temel olarak, aristokratlar, kan yoluyla siteden olan tüccarlar-özellikle paranın bulunuşu sonrası-, yabancı tüccarlar yani metekler, çiftçiler ve askerler ile kölelerden oluşuyordu. Monarşi sonrası Yunan sitelerinin genel görünümü aşağı yukarı böyleydi. Site, asker-yönetici-erkek aristokratlar tarafından yönetiliyordu.

Zamanla, başta Atina olmak üzere, yunan sitelerinin ticari faaliyetlerinin artmasıyla yavaş yavaş, özellikle zenginliği ve dolayısı ile politik iktidarı toprak sahipliğine bağımlı olan aristokrasinin aleyhine, yerli tüccar sınıfın lehine bir zenginleşmeye sebep oldu. Toprağın, alınır satılır bir meta haline dönüşmesi ile birlikte de, tarım arazilerinde, toprağa bağımlı olarak çalışan bir kabile üyesi olan çiftçiler de giderek, ücretli-özgür tarım işçilerine dönüşmeye başladılar. Bunların önemli bir kısmı da, site merkezlerine göç ederek, zanaatkarların yanlarında çalışmaya başladılar.

20 Aralık 2011 Salı

İki "Politik-İnsan" ve İki "Seven-İnsan" İmgesi: "Üvercinka" ve "YasakSevişmek" Şiirleri Üzerine Bir Karşılaştırma Denemesi

"Bir şiir neden, bir şiirdir? Bunun ölçütü nedir? Biz bir göstergeler sistemini, nasıl olur da bir diğerinden kesin sınırlarla ayırırız? Bizim bunu yapmamızı sağlayan bir tanım mümkün müdür?"

Hangi farklı biçimlerde sorulursa sorulsun, bu sorular, bir edebiyat uzmanını ve tarihçisini en çok meşgul eden sorular grubudur. Yabanıllıktan, Antikiteden, Ortaçağ'a; Rönesans'tan, Aydınlanma'ya, Modernizme ve oradan da günümüze bağlanan kültürel dönüşümlerin, kopmaların ve her çağda birbirleri ile az veya çok etkileşime giren ve bu etkileşim olduğu kadar birbirinden ayrı da duran kültürel coğrafyaların içinde üretilmiş olan bir grup metne, sözcükler bütününe, nasıl olur da şiir deriz? Bu soruya, iki farklı elden çıkmış, iki farklı düzleme ait bu iki şiirin incelemesi içinde cevap vermeye çalışalım.

Öncelikle elimizdeki iki şiirin de, ilk okuyuşta, tematik bir ortaklık taşıdıklarını fark ederiz. Hem "Üvercinka" hem de "Yasak Sevişmek" şiirleri, aşkı ve politik-olmayı imlerler zihnimizde ve iki şiirin göstergelerinin yoğunluğu, bizi, bir sevdiği olan, politik bir sevene gönderir.

Bu tematik ortaklığın barizliğine karşın, ayrım da tam olarak bir ve aynı zeminin farklı bir şekilde işlenmesinde bulunur. "Üvercinka"nın seven-insanı, sevdiğini coşkuyla ve neşeyle sever. Onun sevgisi dünyevi ve son derece cinsel bir sevgidir:

"Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun

Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez

Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor"

12 Aralık 2011 Pazartesi

Sofistler - 1: Çeviri ve Anadil

[Belki bir kaç küçük tartışmayı kışkırtır diye yayınlıyorum. İlk olarak bir arkadaşımın isteğine karşılık yazdığım bir başka yazının çok az değişikliğe uğramış halidir. Arkasından bir-iki devam yazısı daha yazmaya niyetliyim.]

Ele almaya niyetlendiğim mesele, sanıyorum ki, felsefe tarihi içindeki en ilginç meselelerden biri. Çünkü, Platon ile Sofistlerin arasındaki çatışma, anlamazdan gelme, maniple etme, konuşturma ve susturma ilişkileri; sofistlerin söyledikleri -ki sofistliğin tek bir kişiden müteşekkil olmayıp, Protagoras, Gorgias ve felsefenin "yüzkarası" Thyrasymakhos gibi bir çok sofist-figürden oluşmakta olduğunu aklımızda tutalım-  genelde Platoncu bir anlatı içinde tartışılır ve geçilir. Sanki, sofistler hakkında sadece Platon konuşabilirmiş, sanki öteki'nin, sofistin dili, bizim için anlaşılmaz, uzak ve "tehlikeli" imiş gibi... Sanki "Sofistçe"yi, ancak bir tür "Platonca"da anlayabilirmişiz gibi... Belki gerçekten de öyledir. O halde görelim.

Pektabii, biraz Platonculuğun -bizim daimi Platonculuğumuz!- dışından sofistçe-olana eğilince, bize en gerekli araçlardan birinin Atina demokrasisi üzerine biraz bilgi olduğu, en azından bu tarz bir bilginin işimizi kolaylaştıracağı ve şimdi tarafı olduğumuz sofistlerin tarafı olmamızı daha temellendirilebilir kılacağı anlaşılır. Çünkü, sofistler, demokrasi ile ortaya çıkan filozoflardır ve Atina demokrasisini anlamak, sofistleri anlamamıza yardımcı olur.  O halde ilk sorumuz şu olsun: Atina demokrasisi nasıl bir şeydi ve sofistler bunun neresinde yer alıyorlardı?

Atina demokrasisi, erkek ve kan bağıyla Atinalı fratri[1]lerden birine ait olan özgür erkeklerin, Atina'nın yönetiminde doğrudan söz sahibi olduğu bir yönetimdi. Yani, "yurttaş" denilen figür, köle-olanın, kadın-olanın, metek[2]-olanın, yabancı-olanın tam karşıtıydı. Yani, bilindiği üzere, bu demokrasi sadece bir grup insanın kendisinden yararlanabildiği, sınırlı bir demokrasiydi. Sınırlı ama büyük bir ilerleme. İşin yönetimsellik ile ilgili bütün kısımları ve hukuki işleyiş-yani mahkemeler- de dahil olmak üzere bütün kısmı yurttaşlar meclisinde konuşulup çoğunluğun oyuyla karara bağlanıyordu. Buradan çıkarılması gereken ilk sonuç, Atina'da -ve diğer Antik demokrasilerde de-, sözün büyük bir ağırlığı ve maddiliğinin bulunduğudur. Çünkü, söz gelimi mahkemelerde, yaşam ve ölüm veya sürgün gibi bütün kararlar oy çokluğu ile karara bağlanıyordu ve yasalar olsa da, bir suçun soruşturulmasında ve karara varılmasında, bugünkü gibi bir kriminoloji olmadığı için, suçlananın sözünün ikna ediciliği temel önem arz ediyordu.

6 Ekim 2011 Perşembe

Güz Dithyrambosu



I.

güzümün bitmeyen telaşı

adaklarımın sunağında bir tanrı

acılı gözlerinin ardından bakan saf neşe!

y

e

t

iş-işten geçmeden,

bir yağmur mevsiminde

ey! alaca mevsimin isteyen-tanrıçası!

tutkulu bedenimi sar-sarmala

yıka bütün tozlarını

-toprağımın.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kolpalık Çözümlemeleri in Bb

I.
dilime doladığım şu ölüm ki,
bilemezsin nasıl sarar insanı
duyduğunu-hissettiğini-anladığını
sanırsın.

II.
kırmızıyı dillendiriyorum
ne zaman viskiyi fazla kaçırsam
)ben burjuva huylu bir fakirim(
vakıadır; yazılsın.

III.
öylece oturup beklemek
b
e
k
l
emek ve yorgunluk;
haddizatında her şey dağılabilir,
kim alınırsa alınsın.

IV.
kendi otobiyografimi yazıyorum.
el-
  imde değildir
mavi derdim değildir, anlaşılsın.

V.
her-şey-biraz-acıklı olmakla
her şey acıklı olmuyor malum,
ağlanırsa -ki insan acıyla malul-;
ağlansın.

Epilogue
bir şiir-bir şiir-bir şiir
bir şiir değildir her zaman,
kurcalanmasın.

07 Eylül 11

14 Ağustos 2011 Pazar

Taksimli Caz

bana kim olduğumu hatırlat,
gökyüzü artık kırmızı bile değil,
siyah-siyah tepelerin üstünde
simli boyalar;
bana kim olduğunu hatırlat.
b
o
ş
andık bütün takım-
t
akım yıldızların altında:
gümüş sular
mavi sular
yarın beni hatırlamazsın;
yarın beni hatırla
bana kim olduğumuzu anımsat.
beynim bomboş bir kuyruklu yıldız
oradan oraya ağıt yakıyorum
-boşlukta dalgalı/boşlukta kırmızı-
sürükleniyoruz;
sözlerimiz unutulmak üzere
cümleler karman-çorman,
içkilerimizi de tüketmişler,
bana kim olduğumu sorma,
yarın beni hatırla.

09 Ağostos 11

4 Ağustos 2011 Perşembe

Chopin Üzerine Cümlecikler

I.
cumaya çıkmaz hiç bir sevgi
minbere de oturmayı bilmez
musalla taşında geçirir ömrünü.

ve bekler ölümünü...

II.
tanrı her zaman çoğunluğun yanındadır
kalabalığın, eskimiş mutfak dolaplarının
dökük-vurgun ve sıvaların;
fahişelerin kırmızı-kırmızı dudaklarının:
h
a
r
c
anmış bütün mektup pullarını;
bir sabah mavi-mavi bulunca gök-
yüzünde yıkanmış, arınmış, boyanmışsa
dokunduğu her taşın sıcaklığında
kaybolmuştur.

III.
chopin öyle sevmiş olmalıydı ki bir fahişeyi
yazmış olabilmeliydi nocturne no yirmiyi.

IV.
tüketmiş son kurşun kalemi de;
anılarından başka yazacak bir şeyi
kalmayana kadar.

V.
elinden tutan da yok kimseyi-kimsenin
bacaklarından, baldırlarından;
sevişmek bunun için
mordur
kıyılar boyu, güneş ışığının
ay ışığının altında.

Prelude
bir şair, bir şair, bir şairdir.
asla başka bir şey değil.

2 Ağustos 2011 Salı

Erişilmez Bir Yıldıza Ağıt

d

ü

ş(ÜN) içeriği

kafanı kurcalayarak

uykusuzluğa kelepçeletmek için

ufacık avuçlarını

dizlerinin sürünmesini kaç rüyanda tattın?

kaç...

                         k

                         ı

                         r

                         ılgandın

kırmızı baktın karanlığa

öfken; gözlerinin alaca kaynağının altındaki dinmeyen sızın

ihaneti de yumuşacık o

                                  k

                                  ş

                                  adın; bir beceriksiz çocuğun

şiir defterindeki akrostiş

senin şeytani-tatlı sertliğin.

}belki de beslenme çantası düşüp

elması ve salçalı ekmeği yere saçıldığında

ötekiler ona gülmesiydi

daha uslu bir çocuk olabilirdi{

tanrın her zaman ummayı öğütler

k

o

r

k(!)

ulu düşlerin var senin

bombalı-kimsesizli-silah gürültülü-yeryüzü kızıla boyanmışlı

(bazen de güneş-en çok da batarken-denizi öyle boyar)-

tanrın her zaman sabrı sevdirir.


şimdi kim derdi ki

o eğreti sadeliğin içinde

kayıp giderken ellerinden

bir mahzun bakış daha,

sesleri birleştirerek kurduğun o savaş türküsü

boşlukta-öylece çınlayacaktır!?

adını taşlara kazı

tanrın her zaman iz bırakanı lanetler

öylece ölüp gitmemelisin yine de

en azından bir şair biliyor

nerede ve nasıl yaşadığını-

yıldızlarla örülü gök-

k

u

b

'ben'in içinde.

09 Nisan 11

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Orta İkiye Hapisten Devam Eden Çocuklara Şiirler


arşınlıyoruz kaldırım
t
aşlarını pişirmiş mutfak kokusu
sinmiş tek göz sobalı bir ev lalesi, zambağı ve menekşesi;
çocukluğun bodrum katları,
rutubetli koltuklara oturmuş hayaller:
ben bir tek karanlığa dayanırım.
gözlerimizi de bıraktık bir güzel
t
aş attık demir yığınları camlarına
dilim kırmızı, dilim siyah
dilim mor basma bir entari:
çok küçükken örmüştü annem
göz pınarlarından dokuyup-dokuyup
fakirliğini;
ki o: gözlüklerin tepesinden tepesinden
bakıp duran bir ufacık kadın.
aklımdadır hâlâ
rengahenk kutunun kara yalanları
kızıl yalanları,
sinema kuşakları,
silah kuşkuları, bir gecede dört kayıp
bir haftada dört genç ölüm satıcıları.
küçücük ellerim,
düşlerim, kabuslarım ve üç-kulhuvallah-bir-elhamlarım;
sürekli sürgün
sürekli kaçak-sürekli kayıp yaşlarım.
ne yaptık biz sana tanrım?
onlar, şunlar, bunlar
çocuklar, tanrım,
s
e
s
siz
-ağlayan bakışlı,
sarı saçlı, siyah saçlı.
bulunsun rüyalarımın
mavi mavi gökleri
çocuk resimleri, çocuk gözleri.
alın! alın ne istiyorsanız
salıverin çocukları
dönülemezliğinden,
karanlık kabuslarının.

26 Temmuz 11

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ham Okunan Şiir

kırık hayallerimin bohçası
akşamüstü alacası
ve dalgalanması
           saçlarının-rengarenk gökkuşakları
her teli ayrı bir renk
           her rengin şehveti ayrı.
)trenler geliyor hiç yoktan aklıma
sıfırdan kelimeler/durgun bulutlar/sarı güneşler(
düşler uzanıyor ayaklarımın önünde
mavi, sarı
      ve yeşil karışımları:
nerede düştük de kanattık avuçlarımızı?
suyuna bulandığımız bu toprak ve
şiirlerinde boğulduğumuz ağaçları
ve yalnızlıkları, gökyüzünün altında-
evleri-sokakları ve sinemaları
neye bürünse aynı hantallık
nasıl söylense, ölümler aynı.
dökme kurşun ve hayır duaları;
sadaka servislerinde kaybolup giden çocukları.

dilencisiyim ellerinin-hayatlarının
kuşu, ruhu ve kanatları
elişi tezgahlarından, işportalardan
doldurdum torbalarımı
kelimelerle
notalar ve renklerle;
bir koşu yolu uzak
bir koşu yolu yakın
bir yürüyüş mesafesi duacı.
söylenecek sözler diz boyu kar
bütün şiirler hüzün
bütün hikayeler hüsran
bütün yollar kapalı.

elimi uzatsam,
parmak uçlarıma dokunur musun?

25 Temmuz 11

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Telaşlı Caz

                                 Can Tural'a...
1.
viskimiz bitmiş
caz dedikçe ben
kırmızı batıyor güneş
viski diyorum-şişe boşalmış.
çocuk,
derdin günün çocuk
o değil, bu değil, şu değil;
evrimin doğal neticesi:
ateş-yanık et ve kırmızı.
postal nedir?

2.
h
ah
ayt! diye gülerdik
çingene olsaydık;
olamadık ayrı mevzu.
sahi senin boyun neden uzun
benimkisi neden kısa?
ayrıca-evvelâ-ve lâkin
çocuklar neden kırmızı?

3.
adım atarken ayağı takılmaya meyyal
iki erkeğiz şunun şurasında.
ben maviyi karmaşık severim,
hüznü de caz formunda;
zaten hepimiz
biraz toprak kokmaz mıyız:
ölüm nedir haddizatında?

23 Temmuz 11

Yâd

ne söyleyebiliyorum ki hakkınızda
ama ne söyleyebiliyorum ki-
bir zahmet tutuşunuz el ele
vuracaksanız öldürünüz daha iyi.

bıçkın denizci
yiğit denizci
be aslanım denizci;
sesimi al da taşı uzaklara
bir geminin en süssüz güvertesinde
lodos kuşları-poyraz kuşları arası
iki kelime bir seda arası
bir sevda anısı
bir kuş palazı-ölüm incisi
düş ağrısı-
de be yiğidim kamarot:
"bu yollar var ya bu yollar
ufukta ıssızlık-masmavilik
arkamda yalnızlık."
sesimi al da uzaklara taşı.

kurulu bir zaman oturduk
kumsalın en serin ucunda
ışık saydık demet demet
sıcak kumdan hayaller vardır
öyle parlak, dolu dolu, capcanlı
kırmızıya boyar göğümüzü;
hakkınızda ne söyleyebilirim ki
ne anlatabilirim?
tutuşunuz el ele, vuracaksanız
öldürünüz daha iyi.

25 Mayıs 11

21 Temmuz 2011 Perşembe

Schindler'in Istırabı ya da Doğmayan Günlere Ağıt

"Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbacadır."


Theodor W. Adorno


 

karanlık gecelerin en dibinde

insan kalabalıklarının

kamyonların, otobüslerin, sürgünlerin

ve sürgün taşıtlarının-

en derininde

odalar, yapılar, mağaralar dolusu insan

ve katilin ismi;

insanların umutlarını anlıyorum.

hepimiz hissetmedik mi?

h

i

s

s

etmedik mi içimizdeki

                            canavarı?

yaşam-işte adını sen koy/hangi çocuk ağlasın/hangi çocuk büyüsün

karar vermedik mi?-

]acılar[bir kış günü gibi, karın ince ince serpiştirdiği

umutsuzca soğuk bir kış günü

{en derinimde
bir dayım vardı benim

sakattı/arabası vardı

dilenciydi, kış günü}

ağlıyorsam eğer

engelleyemiyorsam kendimi

affedin beni

neyi gördüm oldum olası:

bir çocuk gördüm

ne yaşadım ki?

ne bedel ödedim

ağlıyorsam eğer

unutun beni;

bir kış günü gibi

tüm çocuklar/elele tutuşsa/ve ağıt yaksa/şu yaşlı ruhlarımızı-dünyamızı/arındırabilirler mi?

)şimdi neyin iyi olduğunu ben de unuttum,

ben hiç katil olmadım

sen hiç katil olmadın

ben uçak kullanmayı bile bilmem(

kabuslarımda beni ziyaret eden çocuklar

şiirlerimde beni adım-adım izleyen çocuklar

yalvarırım gözlerime bakın,

öyle yıldız dolu ki gözleriniz,

ben de

belki arınırım,

                 yalvarırım.

 

19 Haziran 11

Bir Küçük Adam

Yavaş yavaş dibe batıyor olmanın verdiği o his... Yollardan geçiyorsun, yürüyorsun, sakince, hızlıca, yorgunca... Neden yapıyorsun bunu? Neden "durmaya" çalışıyorsun, burada? Dönmek istemediğin yer neresi? Gitmek istemediğin yer? Yoksa sadece, bir tür kendini kanıtlama ritüeli mi, bu yaptığın? Sesini duymak için pencereyi açıyorsun:

Işıklar, ışıklar, bitmek bilmez ışıklar... Bir dip gürültüsü, zannedersin bütün bir şehir homurdanıyor. Birazdan uyumaya çalışacaksın, başucundaki kitaptan bir kaç sayfa okuyup. Gürültüyü duymuyorsun artık, sessizlik dediğin bu hafif homurdanma-duymuyorsun-, büyüleyici...

Açamıyorsun artık kendini, bir başkasına. Geçmişini yaşıyorsun, biliyorsun. Kaçamıyorsun... [Geçmişi unutmaya çalışmayı bile bıraktın, yanında hep. Bugününe sinsice sızıyor, birleşiyor şimdinle, kendini üretiyor, çoğaltıyor, yayılıyor, yok ediyor yarınını] Uzanıyorsun yavaşça, içindeki ağırlığı yatağına yayıyorsun-sanki bulaştırdıkça, azalacakmış gibi.

Önce yavaşça düşüyorsun, dibe doğru çöküyorsun. Işıklar kırılıyor avuçlarında-karanlıkta, sarı bir şeyler karışıyor gölgelere...

Yolları seviyorsun. "Nerelisin?" diyenlere, geçiştirici cevaplar veriyorsun; yatıştırıcı kelimeler. Konumlara ihtiyacı var insanların, tanımlara... "Nesin?" diyenlere açıklama yapmak, "kimsin?" diyenlere kendini anlatmak zorundasın... Daimi bir göçebesin aslında, çadırının yerini duvarlar alsa da, biliyorsun bunu. Yörük gibi, hep gündelikçi, hep günübirlik... Anneannen gibi, onun annesi gibi-gerçek bir yörük gibi. Ya da baban gibi, bir şeylerinle uymuyorsun hiç bir yere. Hep bir "kalkıp-gelmişlik" havası, apar-topar-yola-çıkmışlık hissi: Ve geçicilik: Yakandan düşmeyen, yüzünden okunan, gözlerinde görülen yabancılık...

Ayakların şişiyor, kalbin küçülüyor; sıkılgansın, umarsız ve tanımsız bir hayalet, bir gün varsın, sonra terk-edip gidiyorsun.

]Altından kalkmayı beceremiyorsun, istemiyorsun. Belki sadece bir mazoşistsin, belki de sadece böyle olsun istedin.[ Suçlusun...

Yaptığın şeyleri neden yaptığına dair mantıklı açıklamalar yapmayı bıraktın. Otomatikman yerine getiriyorsun, ödevlerini. Sadece otomasyon, hep otomasyon, bir kaç emir ve boyun eğiş... Duygusuzlaşıyorsun, hissizleşiyorsun, silikleşiyorsun, suskunlaşıyorsun. Yabancılaşıyorsun, Samsa'laşıyorsun kendince ya da bir  Meursault'sun; direnişin neye, kime, neden?

Sürükleniyorsun...

Dokunmak istiyorsun: Elini daldırmak, tutmak ve bırakmamak. Ama nereye? Bilmiyorsun. Elinde bir kaç notla, bir iki yol tarifiyle oradan oraya durmadan yürüyorsun. Terliyorsun, yoruluyorsun, nefesin kesiliyor; bir sigara yakıyorsun. Çağırdığın şey ölüm değil, bir şey çağırdığın yok, beklediğin bile yok. )Eski keyiflerin yok, lükslerin komikleşiyor( kayboluyorsun/kayıp gidiyorsun. Kaçamayacak kadar modernsin, duramayacak kadar korkak...

Bir pazar sabahı, güneş yavaşça yükselirken, apartmanından yavaşça çıkıyorsun. Daha açılmamış dükkanlarından önünden geçip, bir gazete bayiine giriyorsun ve bir paket sigara alıp, bir sigara yakıyorsun. Güneş pazar günleri bir başka doğar, biliyorsun...

Şeyler ve Karşı-Şeyler

"Ağlama Letiza, ağlama. Hiç bir şey değil. Ölmek hiç bir şey değil..."


 

[EX]

bir bağ daha kopar,

bazıları zayıftır

p

a

r

ı

l

dar; geçip giden tüm günlerin

kıstırılmışlığı-

önce camları açacaklar

sonra karşıdan karşıya geçen

yollarda pus(u)lar-sehpalar-ipler

b

e

d

en-ler

onlar: biliyorlardı, içi boş kabukların

daha zararsız olduğunu.

[NİHİLO]

bilmez misiniz, biri ipi tutmalı

oğlan çocukları-kız çocukları

hemen

şimdinin gar

ip yalnız ve üzgün

insanları

g

ün hep böyle doğar.

[NİHİL]

şafaktan beridir(hangisiydi unuttuğum?, bir yıl öncesinin-bir on yıl öncesinin mi?, ben en son neyi hatırladığımı bile söyleyemem-söylesem)

umudu sırtladılar

(yolları öyle şeylere bağlıydı ki-yorgun ayaklarının altından evrenin ruhu görülebilirdi)

yalnızlık ve karanlık-bir muhafız(sesi çok uzakta, ürkek ve telaşlı)-

h

a

n

g

i

kayıp gecenin hükmü bilinen-gerçek-boynun giderek uzuyor-o şey-

küçük insanlar yapıyoruz birlikte/acımızı paylaşacak kimse de yok/

matem elbiseli hamam böcekleri/kimse/onlar kadar ağlayamazdı

ben en son kaybolup gittiğimde çok küçüktüm,

sonra seni getirdim hemen ardımdan

ikimizi de çok küçük salıncaklarda

sallandırdılar. hamam böcekleri kadar uzun yaşayanını görmemiştik

hiç bir anne o kadar sormamalı. hiç bir çocuk o kadar öksüz. hiç bir böcek o kadar kara.

hangisiydi unuttuğumuz-en son kaybolduğumuzda?

[EST]

06 Mayıs 11