19 Ekim 2012 Cuma

Antikapitalist ve Antiotoriteryan Bir Politik Hareketi Düşünmek


[Bu yazı Anafor Dergi'nin 19 Ekim 2012 tarihli 3. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Bunu yapmak demek, politik pratiğin kendisini ve etiğini düşünmek demektir öncelikle. Antikapitalist ve antiotoriteryan hareketlerin gerileyiş döneminin sonu çoktan geldi, birçok farklı kolektivite, Ortadoğu’dan, Wall Street’e kadar alanları işgal etti, ediyor ve edecek. Kapitalizmin yeni döneminin olası kriz hatları ve kırılgan çizgileri, birçok teorik girişim tarafından açığa çıkarılmaya çalışıldı.[1] Ayrıca bununla da kalınmayarak, geleceğin virtüel, yani gerçek ama henüz edimselleşmiş güçleri, güncelliğin içinde tarandı ve yeni öznellik yüzeyleri bu güçlere bağlanma yolu ile oluşturulmaya çalışıldı.[2] Coğrafyamızı istila eden –ki bugün Birinci Cumhuriyet’in çöküşü ile beraber, umulur ki çöken- arkaik sol söylem ve onların örgütsel-karakollarına rağmen, bir çok farklı mücadele alanında –Feminizm, LGBT, ekoloji, üniversite vs…- hareketlenmeler görülmeye başlanıyor. Bu denemenin konusunu, şimdiden, politik hareketlerin olası öncüleriyle beraber, yeni bir dünya için yola koyulurken, bizatihi örgütlenme tarzları ve hareket tarzları üzerine düşünme çabası oluşturuyor. Zira ne kadar hareketsiz gelirse gelsin, politik muhalefet –geleceğin yeni güçleri-, moleküler düzeyde, biz daha onun geleceğini bile hissetmeden, toparlanmaya, yeni yollar açmaya, mevcut güncelliğe müdahale etmeye, kendini o güncellik içerisinde yaratmaya başlamıştır.

Politik Hareketin Etkin Ve Tepkisel Biçimleri

1.      Ertelenmiş Cennet’e Karşı

Muhalif hareketlerin, devletçi-otoriter biçimleri yeniden ürettiği ve hareketin gövdesini yeni bir hiyerarşik kodlama sistemi içerisine çektiği, birçok mikrofaşist odağa sahip olabileceği analiz edildi.[3] Fakat bu denemenin konusu tek tek bu odakların analizinden ziyade, bir politik hareketin nerede etkin, nerede tepkisel olmaya başladığı üzerine düşünmektir.
Coğrafyamızda hepimizin tanışık olduğu önemli bir sol söylem tipinde, sosyalizm ve/veya komünizm, harekete katılanların asla göremeyecekleri uzak bir geleceğe ertelenmiş olarak anlaşılır. Ve hareketin parçası olan insanlar, uzak gelecekteki insanların mutluluğu ve eşitliği uğrana mücadele etmeye zorlanırlar. Pektabii, bu tarz bir söylem, şehitlik¸ peygamberlik gibi kategorileri yeniden üretir ve hareketin gövdesini bu kategorilerde kıstırır: Önderlik=Peygamber, Militan=Havari ve Şehit, Hareketin Gövdesi=Kitle. Harekete içkin ve bağlı öncülerin yerini, hareketin üstbelirleyen ve yönlendiren önderlik ve bu durumda bilinçlendirilen kitle alır. Hareketin seyrine göre, ertelenmiş cennet, hareket hedeflerine ulaşır ulaşmaz, tam ters köşe olabilir: kurulmuş cennet, başarılmış devrim. İki durum da bir ve aynı hastalığın semptomudur: Tepkiselleştirilmiş ve bütün yaratıcılığı bastırılmış bir hareket. Devrimde bir oldu-bitti noktası bulunamaz. Bir devrimci hareket elbet de kurucu bir politika gerektirir, fakat güncel devrimci makinenin, bürokratik bir makineye evrilmesi, tam da kurulmuşluğun ilanı ile olur. Bir bürokrat her daim, taşlaşmış düzenlemeler talep eder ve hiçbir şey ona devrimci bir hareket kadar uzak değildir.
Oysaki tekrar ve tekrar bu tuzaklara düşmek istemiyorsak, hareketin burada ve şimdi yarattığı olanaklara gözümüzü çevirmemiz gerekir. Ertelenmiş cennet, komünizmi salt sosyolojik bir aşama olarak düşünmektir. Aksine, komünizm, politik hareketin, sermayenin güncelliğine içkin yaratım kudretidir. Ertelenmiş cennet için mücadeleye çağrı, çileci ve kinik militanlar ve biat eden bir kitle yaratmaya çağrıdır. Hristiyanlığın, iktidarını biat edenlerinin umutlarını ertelemesinden alması gibi, aynı mekanizma kapitalist beden boyunca da işler: İşten sonra tatil, dinlenme; dünyada cefa çektikten sonra huzur, mutluluk; emekli olduktan sonra dinlenme; devrimden sonra refah vs…

2.      Temsil Döngülerine Karşı

Arkaik sol söylemin ayrılmaz parçalarından biri de, halk[4] adına ve halk için hareket etmektir. Bir aşkınsal özne varsayılır ve bu aşkınsal öznenin iradesinin, önderlik tarafından temsil edildiği düşünülür. Temsil mekanizmaları özellikle yaratılmak istenmediği durumlarda dahi, devlet veya hareketin güncelliğinde karşı karşıya gelinen otorite tarafından da talep edilebilir. Sözgelimi, üniversitede meydana gelen politik hareketlerde, üniversite yönetimleri hareketten temsilciler talep eder ve onları kapalı oturumlarda anlaşmaya ve ihanete zorlar.
Antidevletçi bir politik hareketin ilk saldırı noktalarından birinin her hâlükârda devletçi biçimleri taklit eden temsil biçimleridir. Temsili irade ve iradenin –rızanın- devredilebilirliği liberal veya cumhuriyetçi burjuva politik biçimlerdir. Günümüzde ise, salt antikapitalist değil –ve belki de özellikle şu an için doğrudan ve öncelikle antikapitalist olmayan politik hareketler- öznelliklerini doğrudan konuşturan politik biçimler yaratmaya çalışmaktadır. Her ne koşulda olursa olsun, politik öznenin kendi adına konuşabilmesi göründüğünden çok daha büyük politik öneme sahiptir. Öyle ki, salt bu temsil biçimlerine karşı çıkış bile, politik hareket açısından hayati öneme sahip görünmektedir. Örgütlenme tarzlarını demokratik merkeziyetçiliğin de ötesine taşıyan radikal demokrasi/doğrudan demokrasi biçimleri her durumda mutlak olarak mümkün olmasa bile, önderlik/kitle kategorileri içerisinde özellikle iktidar karşısında ve tarafından kıstırılmak istenmeyen bir politik hareketin üzerine yaratıcı ve etkin bir çaba göstermesi gereken temel önemde bir konu olarak öne çıkmaktadır. Her durumda, yerel iktidar bunu talep ettiğinde dahi, bu kıstırılmadan kurtulmanın pratik tarzlarını icat etmek, hepimizin sorunudur.

3.      Ahlakçılığa Karşı

Televizyon ve gazeteler, her türlü politik olguyu, ahlaki bir skandala dönüştürür ve böylece politik ortama bir doz daha ahlak şırıngalanmış olur. Telekulak olaylarından, savaş gerçeklerine kadar, “ahlaksızlık” feryatları ve “vicdan” çığlıkları arasında sıkışıp kalırız. Oysa kapital bir akıştır, ilişkidir ve ahlak kadar daha az ilgilendiği hiçbir şey yoktur. Aşkın ilkelere dayanan bir ahlak, salt simülasyon etkisi yaymaktan daha fazlasına sebep olmaz ve politik olanın ahlakileşmesi, öncelikle politik hareketleri zehirler.
“Ahlaksız” kapitalizm karşısında, sırtımızı rahatlıkla yaslayabileceğimiz bir proleterya veya halk ahlakı yoktur. Burada işin esprisi, kapitalizmi ahlaksız olarak tanımladığımız değerlerin kendilerinin de kapitalist makinenin kısmi-yeniden-kodlaması tarafından yaratılmış olmasıdır. Her ne kadar kapitalizm ahlaki kodlar da dâhil bütün kodlama biçimlerinin çözülüşü de olsa, devletçi/otoriteryan biçimler altında, tüm topluma yaygınlaşamasa da, yerel yeniden-kodlama tarzları geliştirirler. Ve biz her durumda kendimizi bu yerel ahlaki kodların/normların içinde buluruz. Dolayısıyla, norm’al statüleri içerisinde herhangi bir aşkınsal ahlaka dayanmak sadece politik olanı, ahlakilik içerisinde tuzağa düşürmek anlamına gelir ve devletçi biçimleri yeniden üretmeye hizmet etmek dışında hiçbir işe yaramaz.
İhtiyaç duyduğumuz şey ise, Spinozacı bir içkin etik ve Nietzscheci bir etkin eleştiridir. Spinozacı etik, pratik olarak etkin bir örgütsel/politik hareket için içkin hareket noktaları sağlarken, Nietzscheci eleştiri, aşkınsal/toplumsal değerleri ve en başta Ahlaksal ilkeleri ve kurumları, soykütük yolu ile yapısöküme uğratarak yeni kurucu biçimler için alan açmaya yarar. Nietzscheci soykütük her türlü politik oluşumu ve kurumu onu oluşturan iktidar/öznellikleri dikkate alıp çözümler ve müdahale için, üzerlerindeki tılsımlı ve mutlak haleyi dağıtır.
Antikapitalist ve antiotoriteryan politik hareketleri, “toplum”a karşı çevirmek gerekir. Bu ise, eğer ki tepkisel bir biçimde değil de etkin ve yaratıcı bir biçimde yapılacaksa, “İyi”nin veya “Adalet”in adına ve onun tarafından değil, hareket(ler)in içkin iyilerinin tüm bir kapitalist toplumun işlerliğini bozacak şekilde yaratılması ile olacaktır.




[1] Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ile başlayan girişimleri ve Operiaistlerin Post-Fordist kapitalist ilişkiler üzerine çözümlemeleri kadar, Foucault, Deleuze, Lyotard, Derrida, Baudrillard gibi filozofların başka yüzeyleri açan analizlerini, LGBT ve Feminist hareketlerin teorisyenlerinin kuramsal çabalarını –sözgelimi Judith Butler-  vb… kastediyorum.
[2] Özellikle Hardt ve Negri’nin “Çokluk” kavramı bu girişimlerin en net örneklerinden biridir.
[3] Bkz. Özellikle Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u.
[4] YerineProleterya, Kadınlar, LGBT bireyler vs… konulabilir.

Disiplin ve Denetim Toplumları Üzerine Bir Sunum Metni

[Aşağıdaki metin, Dsip İzmir İl Örgütünün düzenlediği AntiKapitalist Forum'da yapılmış konuşmanın ana metnidir.]

Bugün sizlerle “ardımızdan gelen eski dünya” üzerine konuşmak istiyorum. Başlığın bu şekilde belirlenmiş olması, benim hazırladığım sunum için harika oldu gerçekten de… Ardımızdan gelen, o dünyanın eskiliği ne anlama geliyor? Bu dünyanın “eski” olması ne demektir?
Şüphesiz ki çok yaşlı gibi duran bir dünyadır bu. En azından binlerce yılı birçok toplumsal/sınıfsal çatışmalar tarafından kat edilmiş, arkasında galipler, mağluplar ve ikisi arasında kanlı savaş alanları bırakmış bir dünya. Ama bir yandan da sürekli üzerine konuştuğumuz bu dünya, daha bu konuşma anında, konuşma eyleminin kendisiyle üzerinde değişiklikler yapmaya başladığımız dünyadır da… Eskidir, çünkü onu analiz edip, eyleme geçtiğimizde, onun belirlediğimiz o yüzeyinde bir öznellik oluşturduğumuzda, onu “ardımızda” bırakmışızdır. Ardımızdan gelir, çünkü Nietzsche’nin izlek gereği iktidar tepkiseldir, yani ancak bir şekilde onun etki-alanında eylemde bulunanların eylemlerine göre kendini şekillendirebilir. İktidarın eylemi, eylemcilerin eylemleri üzerinde bir eylemdir.
Bugün sizlerle kısıtlı sürenin imkan verdiği kadarıyla, iki Fransız filozofun, Michel Foucault ve Gilles Deleuze’un, ama özellikle Foucault’un kuramlarına dayanarak, iktidar, biyo-iktidar, biyo-politika gibi kavramlar üzerinden disiplin toplumları ve denetim toplumları denen tarihsel toplum modellerini paylaşmak ve bunların politik anlamları üzerine konuşmak istiyorum. Hem yirmi dakikaya sığsın, hem de akademik laf kalabalığına yenilmesin diye, iki filozofa sunumum boyunca sürekli gönderme yapmak yerine, olan-biteni sanki kendi kuramımmış gibi anlatacağım. Dolayısıyla, kusurlar bana ve benim anlatımıma içkindir.

İktidar Nedir?

Nedir iktidar? Bir hükümet mi? Devlet mi? Ordu mu mesela? Baba, öğretmen, rektör? Aslında evet. Bunlar iktidardır. Ama benim bugünkü sunumum açısından, böyle anlaşılan iktidarın ve iktidarın böyle anlaşılmasına sebep olan kuramsal modelin –ki kendisi belli bir tarihsel kalıntı olarak Tanrısal veya teolojik diyebileceğimiz bir modeldir-, yani aşkınsal iktidar modelinin hiçbir işlevi yoktur. Benim bugün sunacağım iki toplumsal düzenlemeyi anlamak açısından ilk hamlemiz, iktidarın bir ilişki, yani uygulayıcısı ile üzerinde uygulanan arasında bir etki olarak cereyan eden ve onları kuran, bir kendiliği ve özgüllüğü –sözgelimi devlet, hükümet, ordu gibi kurumsal bir kendilik- olmayan, fakat tamda uygulanması anında orada olan bir ilişki olarak kabulü şarttır. Yani, iktidar (ilişkisi), sözgelimi doktor değildir, fakat hasta doktor ile karşı karşıya geldiğinde, bir jest, bir mimik, bir suskunluk, bir uzmanlık bilgisinin getirdiği hasta organa farklı bir bakış sayesinde uygulanır ve tam da bu uygulamanın kendisidir. Ki bu iktidar ilişkileri, disiplinleri –tıp, psikoloji, psikiyatri, iktisat vs.- kat eden söylemsel prosedürler, hareket tarzları ve pratikleri ile bilme tertibatları tarafından kurulurlar. Burada bilen özne ile bilinen nesne tek başlarına iktidar konumları değildir. Biri sabit olarak iktidar, diğeri ise mutlak olarak sömürgeleştirilmiş değildir. Tam da değişken konumların oyunu içerisinde, iktidar ilişkisi ikisi arasındadır. Demek ki ilk baştaki sorumuz anlamsızdır ve işlevsizdir. İktidarın ne olduğu değil, nasıl uygulandığı bizim sorunumuzdur.

Disiplin Toplumları ve Disiplinci İktidar İlişkileri

Toplumlar, kendilerini yeniden üretmek için türlü metotlar ve yollar bulmuşlardır. Sözgelimi Antik Yunan ve Roma toplumu, kendini, bizim Yurttaşlar olarak bildiğimiz, demosun, yani mülkiyet sahibi yönetici sınıfın beslenme, cinsellik, eğitim pratiklerini düzenleyerek yeniden üretiyordu. Bu pratikler “Epemeleia Heaufu” yani “kendine bakmak”, “kendiyle ilgilenmek” olarak tanımlanıyordu. “Epemeleia Heaufu” demosu oluşturan yurttaşların bedenleri ile kurdukları etik/estetik ilişkiler bütünüydü. Fakat bu konuda yazanlar –ki bunlar filozoflardır-, pratikleri tek tek tanımlamak ve zorlamalarda bulunmak yerine, daha ziyade, genel bilgiler oluşturuyor ve kişisel dengeyi bulmak, yurttaşların kendilerine bırakılıyordu. Yani “Epemeleia Heaufu” yönetici ve asker yetiştirmek üzere toplumun küçük bir kesimine seslenen bir pratikler, bilgiler toplamıydı. “Epemeleia Heaufu” teknikleri sanki ilk yüzeysel bakışta, Ortaçağ’da yitip gitmiş gibi görünse de, aslında, Hristiyan öznelliğinin inşasında kullanılmak üzere, Hristiyanlığın bedensel işlevlerin reddi ile ibadet arasındaki çilekeşlik pratiklerine entegre edilmiştir.
Disiplin toplumu, işte tam da Antik Yunan’dan 17. yy’a gelen bu pratiklerden kopuşla başlar. İlk önce genel olarak “Epemeleia Heaufu” söylemine eklenen “Gnothis Ethon” yani “kendini bil” sloganı giderek 17. yy Aydınlanması içerisinde özerkliğini kazanır. Ve tabii bu süreç içinde Kartezyen moment yani Descartes’ın cogitosunun modern felsefi hakimiyeti gerçekleşir. Cogito’nun yani bilen öznenin önemi, onun düşünen töz ve düşünülen töz olmak üzere iki ayrık fakat ilişkisiz olmayan tözden/yapıdan oluşması ve içinde yaşadığımız maddi dünyayı, kendi bedenimiz dâhil, bilgi nesnesi olarak kurmasıdır. Bunun politik anlamı şudur:  Beden bilenebilir, ona müdahale edilebilir, bedenle olan ilişkisinden dolayı zihin de bilinebilir ve müdahale edilebilir. Bu kadar öykü yeter. Şimdi disiplin toplumu denen şeyin, nasıl işlediğine biraz daha yakından bakalım.
Sanayinin üretimin temel taşı olmadığı bir toplumsal durumda fakat ticaretin büyük şehirler haline getirdiği şehirlerde nüfusun ikame olduğu ve sabitlendiği bir momentte ortaya çıkar disiplin toplumu. 18. yy’dan itibaren, bedenleri zorlayıcı, onları sabitleyici pratikler ortaya çıkmaya başlar. Ayrıca Kartezyenizm’e bağlı olarak bir anda insan bilimleri denen disiplinler ortaya çıkmaya başlar. Bir bedeni disipline etmek demek, onu kabaca yasaya veya hukuka uydurmak demek değildir. Tam da bu insan bilimlerinin oluşturduğu “norm”lara uydurmaktır. Normlar, doğallaştırılmış insan davranışı prototipleridir. Bedenler normları oluşturmak için bilgi nesnesi haline getirilmiş, akıl tarafından uyruklaştırılmış ve sonra normlara uymaya zorlanmışlardır. Bu zorlamalar, özellikle hastane, okul, kışla, tımarhane, hapishane ve aile gibi kurumlarda cisimleşirler. Sözgelimi çocuk mastürbasyonu üzerine 19. yy’da kopan “bilimsel” bir fırtına sırasında, aileler çocuklarının yatak odalarının gözetmeni haline gelmiş, çocukların mastürbasyon yapmaması için özellikle yatılı okul gibi kurumlarda çok yoğun gözetleme ve cezalandırma teknikleri uygulamaya konmuştur.
Disiplin toplumları çok yoğun kapatıp-kuşatma mekânları oluştururlar. Ve aslında disiplin toplumunun temel ütopyası panoptikon denilen bir tür hapishane modelidir. Bu modelde yuvarlak bir şekilde tasarlanan bir hapishane ve hücrelerin hepsinin ortadaki yuvarlak kuleden görülebildiği bir mimari düzenleme vardır. Jeremy Bentham’a ait olan bu modelde, amaç, gözetleme kulesindeki gardiyanın görünmeden, tüm hücrelerdeki mahkûmları görebilmesidir. Bu “görünmeden görme” pratiği iktidar tarafından o kadar benimsenir ki, model sadece hapishanede kalmaz ve okullara, fabrikalara vs. yayılır. Ki biz günümüzde hala her bir öznenin mutlak olarak görülebildiği şekilde okullar ve fabrikalar inşa etmeye çalışıyoruz. Ve tabii daha önemlisi, güvenlik ve mobese kameraları hattı tarafından çoğu zaman farkında olmadan gözetleniyoruz. Fakat burada mühim olan şey, gerçekten de gözetleniyor olmak değildir. Zaten başta da belirttiğim gibi bu bir ütopyadır. Ütopyadır çünkü sanki iktidar denilen şey, uygulanan alana –ki burada elbette bedenlerden bahsediyorum- dışsalmış gibi görünmektedir. Oysaki mesele panoptikonun veya kameranın gözetliyor oluşu değil, iktidar ilişkisinin özneler tarafından içselleştirilerek kendilerine sürekli çeki-düzen vermeleri ve hizaya girmeyi tercih etmelerinin sağlanmasıdır. Yani gözetleniyor olduğun hissi, seni belli davranış olasılıkları arasından, norma en uygun şekilde olanı seçmeye zorlar. İşte bir iktidar ilişkisi tam da budur, öznenin mümkün eylemleri üzerinde etkide bulunarak, onu belli bir tür eylemi seçmeye zorlamak. Yani aslında şimdi anlıyoruz ki, iktidarın olduğu yerde özgürlük vardır, yani olmak zorundadır. Öznenin mümkün eylemler arasında seçme özgürlüğü olmaz ise, iktidarın hiçbir anlamı olmaz, o bir tür itaat ilişkisidir ama asla bir iktidar ilişkisi değil. Bu ilk bakışta son derece ters ve çelişkili görünebilir ama biraz dikkatli düşünürsek aslında başka türlü de olamayacağını farkederiz.
İktidardan başta biraz bahsetmiştik. Şimdi disiplin toplumu modelinde, iktidar ilişkileri tüm bir toplumu, en son bireye kadar sarıp sarmalayan bir ağa dönüşmüştür. Bu tam da 18. ve 19. yy’da hızla üretimin temel mercii haline gelen fabrikanın, yani sanayinin etkisiyle ilgilidir. Zira sanayi demek, büyük işgücü kitleleri demektir. Tam da bununla ilgili olarak, iktidar ilişkileri kendine yeni bir nesne oluştururlar: nüfus. Yani, yaşayan, üreyen, üreten, beslenme ve sağlık gibi dertleri olan bir insan kitlesi. İşte tam da bu yüzden, modern iktidar tam da yaşam üzerinde bir iktidardır, yani kavramı kullanırsak bir biyo-iktidar. Fabrika sistemi, büyük bir işgücü kitlesini sürekli olarak sağlıklı ve üreyebilir halde tutmayı gerektirmektedir. Yardım ve sigorta fonları oluşturulur vs… Yine bize çelişik gelebilecek başka bir şey daha olur, bu büyük insan kitleleri olarak nüfusun kurulduğu dönemde, yurttaş ve birey kategorileri de oluşturulur. Zira, bir fabrikada da olabileceği gibi temel mesele, farksız insan tekilleri yaratmaktır. Bir fabrikada herhangi bir işçi hastalanır, ölür ya da sadece ortadan kaybolursa hızla yerine hem de hiç farkedilmeden başka bir işçi konulabilir. Birey de aynen böyle bir şeydir. Farksız küçük atomlar olarak nüfusu oluşturan parçalar. Yine hapishanenin hücre modeline dönersek, o da insanları farksız bir şekilde bireyleştirmeye yarar. Aynı şekilde konumlandırılmış aynı yataklar, aynı tarafta pencereler vs… Yurtlarda kalanlar veya askerliğini yapmış olanlarda benzer düzenlemelerle karşılaşmışlardır. Şimdi yavaş yavaş denetim toplumlarına geçelim.

Denetim Toplumları

Foucault, disiplin toplumlarının geçiciliğini tanımıştı.  Fakat kendisi doğrudan bu konuda yazmadı. Denetim toplumları ismini bulan Burroughs’tur. Ve bugün burada anlatımama temel olan makale “Denetim Toplumları”’nı çözümleyen bir makale yazan Deleuze’dür.
Aslında disiplin toplumuna özgü kapatıp-kuşatma mekânları, yani hapishaneler, okullar, kışlalar, tımarhaneler ve aileler ikinci dünya savaşından sonra krize girmişlerdi. Özellikle 68 hareketlerini, cinsel özgürleşme politikalarını düşünebiliriz. İnsanlar giderek, disiplin edici bir toplumda ve disiplin mekânlarında kapatılmaya ve kuşatılmaya karşı isyan etmeye başladılar. Normalleşmeye karşı, ucube pratikler, deneysel çabalar vs. oluşturdular. Sözgelimi, anti-psikiyatri akımı bu tarz politik çabalara örneklerden biridir.
Denetim toplumları tam da bu kriz sebebiyle oluşan bir yeniden yapılanma dönemidir, iktidar ilişkileri açısından. Yani, cinsel özgürleşme pratiklerinin Playboy dergisinde içerilerek aşılmasıdır. Ama belki de asıl kriz, iktidar ilişkilerinin kayıt yüzeyi olan bedenin, hizaya sokulmak için fazlasıyla hareketli bir nesne olmaya başlamasından kaynaklanır.
Disiplin toplumları bedenleri toplumsal yarar bakımından işliyor, gözetliyor ve hizaya sokuyordu. Oysa denetim toplumları, bedeni yaratıcılığını kışkırtarak olabilecek her hareketinde uyruklaştırabilmeyi ve metalaştırabilmeyi hedef alır. Sözgelimi performansa göre ücretlerin arttığı yeni esnek çalışma ve ücretlendirme sistemleri –ki kabaca aslında neoliberalizm denen şey-, tam da sizin daha fazlasını yapabilmenizi kışkırtan sistemlerdir. Ayrıca, “kreatiflik”, “takıma uyum” gibi kriterler de, kesinlikle denetim toplumuna özgü kriterlerdir. Disiplin toplumlarında, birey, sürekli bir kapatıp-kuşatma mekânından bir diğerine hareket ediyordu. Aileden, okula “artık ailede değilsin”. Okuldan, askere; “artık okulda değilsin” vs. Bu tam anlamıyla öbeklenmiş bir düzenlemeydi. Oysa ki, denetim toplumunun düzenlemesi hepsini iç içe geçirir. İş yeri ilişkileriniz ailevileşirken, yaşamınız bir açık-öğretim haline gelir –ki şimdi güzel bir adı var bunun, yaşam boyu öğretim-, aileniz de şirketleşir vs.
Denetim toplumları ile en çok bağdaştırabileceğimiz makine bilgisayardır şüphesiz. Disiplin toplumlarına özgü makineler enerji ile çalışan büyük makinelerdi –fabrikayı hatırlayın-, temel riski edilgin entropi ve etkin sabotajdı. Oysa bilgisayar temelli denetim toplularında edilgin risk tıkanma, etkin risk ise korsanlık ve virüs salgınıdır. Wikileaks’in yarattığı sansasyonu hatırlayın. Veya çok başarılı olmasalar da, Türkiye’de Redhackerların yarattığı zararı.
Denetim toplumu artık, üretime ve mülkiyete dair bir yoğunlaşma kapitalizmi olmayı bırakmış bir kapitalizmin, hizmet kapitalizmine özgü bir modeldir. Artık, temel üretimi üçüncü dünyaya terkenden yaşlı anakaranın modeli. Temel süreçleri enformasyon üretimi ve hizmet satımı olan bir kapitalizmde, fabrikadaki otomasyonun aksine, bireysel becerinin ve entelektüel kapasitenin yükseltilmesi gerekir. Bu bir bankalar düzenidir. Sanatın, galeriler gibi kapatıp-kuşatma mekânlarından çıkıp bankaların kültür merkezlerine ve piyasaların işlemlerine dahil olduğu bir düzen. Artık insan da, kapatılıp-kuşatılmış değil, borç içindeki insandır. Ve bu yönüyle borçlandırma ve finansal işlemler yığını mutlak bir denetim mekanizmasıdır.
Yine denetime özgü bir sistem olarak çipli, manyetikli kartlar, parmak izli güvenlik sistemleri ve onların bilgisayarla ilişkisi. Mesele, kartlarınızı kullanıp kullanmamanız değildir veya bariyerin kendisi –özellikle okullarda şahit olduğumuz bilgisayarlı güvenlik sistemlerini kastediyorum- tam da her bir kişinin konumunu, uygunluğuna göre düzenleyen ve bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır.
Bugün bizim deneyimlediğimiz iletişim kanalları, internet ve onun getirdikleri. Artık, hangi konumda ne ile uğraştığım, internete daha da bağlandıkça kayıt altına alınmakta ve denetime açık hale gelmektedir. Politik uğraşlarımız da dahil bir çok işimizi İnternet üzerinden örgütlüyor ve yapıyoruz. Ve işte burası tam da iktidar-özgürlük bağlamına direniş bağlamını ekleyeceğim yer.
Evet, özellikle günümüzün denetim toplumlarında, iktidar ilişkileri ağ olma karakterini iyice pekiştirerek gerçek bir ağa, internete sahiptir. Artık o kadar kılcallaşıp her yere sirayet etmiş durumdadırlar ki, elektronik haberleşme cihazlarımız, mobeseler vs. sayesinde hiçbir mümkün dışarısı kalmamıştır. Ama zaten belki de tam da bu iktidarın dışı tasarımının kendisi, bize iktidar tarafından verilen bir yanlış anlama, bir maniplasyondur. İktidar ile özgürlüğün birbirine zıt olmadığı bir bağlamda konuşuyorduk. Ve şimdi daha da ilginç bir nokta var. İktidar ile direniş de birbirine zıt değildir. Tam da direniş olanaklarını, direniş mecralarını yaratan şey iktidar ilişkileridir. Mısırlı devrimciler, İnternet üzerinden örgütlenmemişler miydi? Yeni teknoloji, yeni bir savaş alanı demektir.
Size karamsar bir sunum yaptığımı düşünebilirsiniz. Fakat her ne olursa olsun, tam da etrafımız toplumsal olaylarla çalkalanırken, ki bu forumda Suriye dâhil olmak üzere Arap baharı üzerine de konuşuldu, aslında yeni silahlar edinip, yeni stratejiler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
“Ardımızdan gelen eski dünya”nın yerine, yeni bir dünyayı, yeni toplumsallık biçimlerini üretmenin, hem de hemen şimdi ve burada üretmenin tam zamanı.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

31 Temmuz 2012 Salı

Bir Hristiyan Ölmek

[Anafor Dergi'nin Ekim 2012 tarihli 3. sayısında aynen yayınlanmıştır.

"Bırakın yavaş yavaş gözden yitsin; daha koyu, ilerledikçe daha koyu.
İşte burası bir yaratığın gizlendiği yer olabilir:
Ufak bir tavşanın yaşayabileceği, karanlık ve sessiz bir köşe…"
Bob Ross

I. Vakıa
elbet sıkıl-
ağzını boyayan topraksı bir kan
dizi
öbek öbek sıyrık papaz ölü.
not kağıtları tıkıştırılan cepleri
dolu bir pantolon askısı-gergin bir yay uzamı
boyunca koca bir küre
ne büyük bir küre.
(sokak satıcıları, simitçiler, kapı ağzı dedikodu esnafı)
şiir yazamayan eksik bir halk.
-manastırlar kapandığında terk etmişti
papaz efendi,
babadan köşkünü;
kapısında bir birinci cumhuriyet zinciri asılıdır-
bütün elleri tutun be canım!
her yanından sarkan organlı bu beden
biraz da iletişimsizlikten ölür.
[bavulu kapalı bir kutu…]
kapalı bir kutu gibi bir bavula
içrek kaç sinek kaydı
papaz efendi tıraşı kaçırdı
yokluğu boyunca çalışan bir
berber çırağı:
şimdi asla bilemeyecek
yüzüstü yatan bir hristiyan olmak ne demektir.

II. Fenomenoloji
bir mutfak kurusu
tahta dolapları kurcalar durur mu hala,
yıkıntı bir çocukluğun silik anıları arasında?
anneanne,
yüzüstü yatan bir ermeni ölmek ne demektir,
ikinci cumhuriyetin müslüman
tokikondularında?

28 Temmuz '12

20 Mayıs 2012 Pazar

Nietzsche'de Varoluş Kavramı -Etkin Bir Varoluşa Giriş-

[Bu yazı Anafor Dergi'nin 7 Haziran 2012 tarihli 2. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Nietzsche için varoluşçu bir filozof demek fazlasıyla zordur. En azından varoluşçuluğu tanımlaya cogito-birey, özgür irade ve sorumluluk gibi temel temaların bir kaçı, Nietzsche'nin reddettiği temalardır. Ama Nietzsche için bir varoluş filozofu denebilir, ki belki de Nietzsche'yi varoluşçulara yakınlaştıran en önemli tema, insanın özünün olumsuzlanması ve varoluşun, çoğulluğun olumlanmasıdır.

Nietzsche'nin varoluş problemini işlemesi, Tragedyanın Doğuşu isimli yapıtından itibaren başlar. Bu kitabı varoluş açısından kat eden temel izlek Yunanlılarda, varoluşun nasıl konumlandığıdır. Nietzsche'ye göre, Yunanlılar, varoluşu, bir ölçüsüzlük, hybris ve suç olarak konumlamaktadırlar[1]. Acı çeken varoluşun, suçlu olması gerekir, varoluş açı çektiği için suçludur. Özellikle Anaksimandros'un ifadesinde bu açık ve nettir: "İnsanlar zamanın düzenine göre birbirlerine haksızlıklarının cezasını ve telafisini öderler."

Masumiyet Olarak Varoluş

Nietzsche daha sonra bu değerlendirmeyi terk edecektir. Çünkü, varoluş böyle görüldüğünde ona çok fazla anlam yüklenmiş olur. Nietzsche için varoluş, bir masumiyet ve bir oyundur. Ve asıl olarak, Herakleitos'un değerlendirmesidir geçerli olan. Oluşta hiç bir suç yoktur: O taşlarıyla oyun oynayan bir çocuktur.
Nietzsche için varoluş asla sorumlulukla yan yana gelemez, o neşeli sorumsuzluktur, bir hafifliktir. Onun, gerek Anaksimandros'ta gerekse Hıristiyanlıkta, birinde suçlu, diğerinde günahkar olarak tanımlanmasına karşıdır Nietzsche. Sorumluluk, intikam içgüdüsünün bir semptomu, bir göstergesidir: "Nerede sorumluluk arandıysa, onu arayan intikam içgüdüsüydü. Bu intikam içgüdüsü insanı bilerce yıl boyunca öylesine hükmü altına almıştır ki metafiziğe, psikolojiye, tarih kavramına, ama her şeyden önce bütün ahlaklılıklara aşılanmıştır. İnsan, düşündüğü oranda bir şeylere intikam mikrobunu da bulaştırmıştır. Tanrıyı bile bununla hasta etmiş, varoluşu genel olarak masumiyetinden yoksun bırakmıştır; şöyle ki şu veya bu şekildeki bir varlığın her durumunu bir istence, bir maksada, sorumlu bir eyleme kadar geriye doğru izlemiştir."[2]
Nietzsche intikam içgüdüsünde ve hınçta, basit bir psikolojik olay değil, Sami ve Hıristiyan düşüncesinin temel kategorilerini bulur.[3] O, sorumsuzluğa ve neşeli bir varoluşa olumlu bir anlam kazandırmayı hedefler.[4]

15 Mayıs 2012 Salı

Üniversite, Üniversite

[Bu yazı Anafor Dergi'nin 7 Haziran 2012 tarihli 2. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Bilgi adını içinde yaşadığımız topluma verdiğinde, zaten ölmüştü. Ya da belki onun bedeni, ancak öldükten sonra tüm bir toplumun sınırsız uzamına yayılabilir. Eski hiyerarşik yapısını korumaya çalışan -ya da bir tür ölü-seviciliğin pençesine düşen mi demeli?-, üniversite şimdi nasıl olur da enformatif iktidarını koruyabilir?
Disiplin toplumuna özgü, bilgi-iktidar ilişkisi, belki de biçim değiştirdi. Bilginin iktidar ilişkilerinde, yaydığı hakikat etkileri ile öznellikleri sınırlama -öbekleme- ve önceden belirleme misyonu; yerini denetim toplumu[1]nun esnek ve yaratıcılığı kışkırtan enformasyonun akışına doğru kaydı. Bilgi bir öbek iken, enformasyon bir akıştır: Yayın akışı, haber akışı, akademisyen akışı, öğrenci akışı gibi... Tüm bir Bologna tantanasının koptuğu bağlam, enformasyon akışının bu gergin yüzeyidir. Bu akış öncelikle, paradigmatikliğe ve hatta nihayetinde yönteme saldırı ile mümkün oldu: Daha demokrat ve çoğulcu bir akademi.[2] Fakat bu saldırı akademi içinde yürürken, aslında, zaten şirketler ve internet, hatta internet yolu ile şirketler, enformasyon akışı ağlarını örmekte ve denetimi ve denetimsel iktidarı ele geçirmekteydiler[3]: Reklamın, haberin, her türlü girdinin -facebook, tweeter, bloglar vs..-, akışlar olarak denetimi. Tersten söylenirse, bilginin yok-yeri.

Mülkiyet Problemi

Bir zamanlar bilgi mülk edinilebiliyordu. Fakat, enformasyon akışı denilen şeyi, kimse mülk edinmek falan istemiyor -kim evine getirir getirmez çürüyecek bir karpuzu satın almak ister ki? Hatta karpuz alıp, evde elmaya dönüşümünü görmek ister?-.[4] İmparatorluk, büyük insan gruplarını yersizyurtsuzlaştırırken, aslında, onlara tekabül eden referans sistemlerini de parçalarken, bu büyük akışlara uygun, nesnellik ve bilimsellik iddiasını kaybetmiş enformasyonlar üretebilmektedir. Herhangi bir akışın, güncelliğini yitirmesi sadece ve sadece an meselesidir. Bu anlamıyla, bir görünüp bir kaybolan akımlar gibidir bir akış: Parlayıp sönen neon lambaları.
Sorun, üniversite açısından başka bir şekilde de tasvir edilebilir. Ortadan kalkan şey, sözgelimi Türkiye'de, özel üniversitenin lehine, kamu üniversiteleri değildir. Özel üniversiteler bilgiden, enformasyon akışına geçişte, kamu üniversitelerinden yapıları gereği çok daha esnek ve başarılı olmuşlardır sadece. Ve bugün, bizim gibi ülkelerde, özelleştirme mevzubahis ediliyorsa, bu, asıl amaç değil, sadece kamu üniversitelerinin, enformasyon akışı düzenlemesine -bir borsa- entegre olmaktaki yeteneksizliklerinden kurtulmaktır. Özelleştirme, bilgi, bir mülkiyet olarak kapitalizme dahil edilsin diye değil; akışın önündeki bariyerler ortadan kalksın diye yapılmaktadır.
Şirketler, bilgiyi mülk edinmeyi değil, enformasyon akışları yaratmayı arzular. Çünkü, bir akışta bir kod[5] olarak beliren öznelerde, arzular yaratmayı hedefler; bilincin ideolojik manüplasyonu yolu ile değil, arzunun bilinçdışında hakimiyet kurmak yolu ile işler. Bütün bir reklamcılık sektörü, bunun dahiyane örneğidir. "Yaratıcı çalışanlar" en başta bunu ima eder. Enformasyon akışları düzeninin, paradigmatik hiyerarşi ile olan düşmanlığı bundandır. Paradigmatik baskının olduğu ortam yaratıcılık için olumsuz bir ortamdır. Bütün bir Bologna sürecinin temel söylemlerinden biridir yaratıcılık: Çoklu-paradigmalar ve yaratıcılık kışkırtıcılığı.[6]

Politika Problemi

Nasıl bir üniversite arzulanabilir? En azından verili olan kamusal üniversite -parçalanmakta olan demeli-, özel karşısında savunulamaz durumdadır. Kapalılığı, hiyerarşikliği, antidemokratikliği, onu savunmanın zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ama sorun bizatihi bu özel/kamusal dikotomisinin kendisindedir. Özel/kamusal gerilimi -ki bir sözde gerilimdir-, hakikatin yokluğunu ve şirketsel enformasyon üretiminin ikisinin de içine sızmış olduğu gerçeğini gizlemektedir. Sanki, hala, bir bilimsellik, toplum adına ve toplum için bir bilimsellik mümkünmüş gibi... Kamu üniversitesi arzusu, yitip giden hakikatin hülyalı bir iç geçiriş olarak talep edilmesinden başka bir şey değildir. CERN gibi bir çok başka deneyde ve çalışma alanında olan biten şey, enformatif akışın kolektif olarak yaratılmasıdır. Hakikat dünyadan silindiği gibi, enformasyon üretimi de bireyselliğini kaybetmiştir. İnternet ve dünyayı saran enformasyon ağları hem dolaşımı, hem de üretimi kolektifleştirmiştir.
Bu durumda, özel/kamusal tartışması da içeriksizleşir. Üretim, parça parça, dünyanın dört bir yanındaki özneler tarafından yapılmaktadır. Denetimsel iktidar, üretimi, işaret edilen yaygın ağlar sayesinde denetlemekte ve düzenlemektedir: Bir elektrik akışını denetleyen regülatör gibi, enformasyon akışını, değiş-tokuşunu mümkün kılacak oranda, çıktılar üzerinden standartlaştırmaktadır[7].
Şimdi güncelliğin içinde şu soru asılı durmaktadır: Üniversite geçmişine rağmen nasıl ayakta duracaktır? Üniversite, bir hakikat rejimi oluşturmadan nasıl güçlü olacaktır? Üniversite, bilgi toplumunda, enformasyonun tüm toplumsal bedene sınırsız yayılımı karşısında, hangi konumu işgal edebilir? Veya şöyle de sorulabilir: Ortak olanın otonomisi, denetimsel iktidar karşısında nasıl kurulabilir? Üniversitenin güncelliğini kaplayan var-oluşsal soru budur.


[1] Bkz: Bu sayı içinde, Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[2] Amacım kesinlikle, ne demokrasiye, ne de çoğulluğa saldırmak. Yöntemin hiyerarşik iktidarının her hangi bir meşruiyeti kalmamıştır. Bkz: Feyereband, Yönteme Karşı, Ayrıntı yay.
[3] Akademinin, şirketler ve internet ile rekabeti ve toplumsal fabrikada işgal ettiği yer ile ilgili bkz: Arzu, Toplumsal Fabrikada Üniversiteler, Otonom dergisi, 21. Sayı, Mart-Nisan 2010, sf: 11
[4] Bunun için, Web 2.0 tasarısına göz atılabilir.
[5] Bkz: Gilles Deleuze, Denetim Toplumları
[6] Bu yaratıcılık kışkırtıcılığı, sadece akademik ortam için değil, aslında genel olarak tüm bir gayri maddi emek sürecinin de temel motiflerinden biridir.
[7] Bologna sürecinde üniversitelerin çıktı denkliğinden anladığı da budur.

11 Mayıs 2012 Cuma

Stoacılarda İnsan Kavrayışı


    - Antik Yunan Sitesi ve İnsan

Antik Yunan sitesinde insan, sitenin sınırları ve referans alanında kavranıyordu. Oikosun, zorunluluğun alanından, sitenin politik ortamına dahil olduğu oranda, kendi sözünü, yani logosunu sitenin pratik yurttaşlık konumu içinde, yönetime dahil olarak ifade ettiğinde kendi özünü buluyordu: zoon politikon. Tragedyanın ve felsefenin işlevlerinin en başı, nesnel, sitesel etiği nesnelleştirmek ve insanın sitenin içinde alter-egoları ile bir dostluk ilişkisi içerisinde örgütlenmesinin imkanını yaratmaktır.
Antik Yunan site toplumu için, site dışı, apolis bir insan, gerçek anlamda bir insan değildi. Bu toplumda, en mühim soru olan "İyi yaşam nedir?" sorusu, namevcut bireyin kişisel mutluluğuna doğru değil, site içindeki insanın ve aslında doğrudan tüm bir site toplumunun mutluluğuna doğru sorulmuş bir sorudur. Demokratik site yönetiminde, insanı insan yapan şey, bu arayışa katılması/katılabilmesidir. Trajik kahramanlar, bireyselleşmiş insanlar değil, bilakis, site toplumunun mutluluğu için çaba harcamış, bu uğurda erdemli bir yaşam sürmüş ve kendi hayatını ortaya koyarak diğer alter-egolar arasında öne çıkmış, ölümsüzleşmiş insanlardır. Bu, herhangi bir öte dünya inancına sahip olmayan Antik Yunan'ın ölümle başa çıkma yöntemidir de aynı zamanda.
Özgürlük, bu topluluklarda, ancak biyolojik döngülerden özgürleşmek ve politik olarak logosa iştirak etmek anlamına gelebilirdi. İnsan ve hayvan ile diğer canlılar arasındaki sınır, tam da buradan geçmektedir. Aristoteles'te, Platon'da ve daha nicesinde insan için doğal ve erdemli olan, insan doğasına içkin olan şey, onun topluluğun yaşamına aktif katılımıdır. Onun ahlâki ve politik öznelliğini belirleyen şey ve değerlendirmenin ölçütü, sitenin nesnel ethosundan aldığı paydır.
Sitenin, insanın ve onların bir-aradalığının varlığının ezeli-ebediliğine ve ilişkilerinin özselliği o kadar ön plandadır ki, Platon, Devlet'inin daha başında insan için iyiyi aramaya başladığında, onu ilk önce site için iyi de bulmayı teklif eder.[1] Sitenin politik olarak örgütlenişi ile, insanın ahlâki ve psikolojik yapısı arasındaki farklar yok denecek kadar azdır ve önemsizdir. Veya farklı bir şekilde ifade edilirse, makro-kozmos(site) ile mikro-kozmos(insan) tam bir uyum içerisindedir.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Önemsizleşme

Mevsim sonbahar-hep sonbahar, sonsuza dek sonbahar, gelip geçse de sonbahar-. İlk kez görüşüyor olmak, dilinin dolanması, konuşmak ama konuşmak-dinlemek, duymak. Konak'tan aşağı doğru yürümek, Alsancak yönünde, sahilden, sakince, sessizce yürüyor olmak-hep yürüyor olmak, dursak da yürüyor olmak, bir kafede kahve içiyor olsak da yürüyor olmak-.

Yürüyoruz.

Hafifçe bir meltem esiyor, günbatımı. Daha yıldız yok, hiç yıldız yok sayılacak koca şehir ışıklarının gölgesinde. Türk kahvesi söylüyorum. Türk kahvesi söylüyor; iki tane orta şekerli.(Normalde sade içtiğimi beyan ediyorum, her zaman savunmadayım, hep kendimi savunuyorum) Bütün hayatını anlatıyor bir çırpıda, kaldığı yurdu, yurt arkadaşlarını, okuduğu bölümü, endişelerini, yalnızlıklarını, keyiflerini, eğlencelerini, eski sevgilisini.

Sonra yine yürüyoruz, ismini güzel bulduğumu söylüyorum. "Kulağımda güzel çınlıyor." Hararetle onaylıyor, "Ben de ismimi seviyorum." diyor. Gülümsüyorum-hep gülümsüyorum.-. "Sen de güzelsin." diyorum. Hafif mahcup, "Güzel olmak, güzel bir şey değil" diyor. "Neden?" diye soruyorum. "Belası çok." diyor. Konuşmak istemiyormuş gibi yapıyor, güzel olduğunu biliyor, bundan hoşnut, anlıyorum. Gülümsüyorum-bu sefer anlayışla, üzerinde durmadığımı belirtmek için, insanların güzel olduğunun farkında olmasının benim için sorun teşkil etmediğini göstermek için-.

Alsancak'a varıyoruz.

23 Mart 2012 Cuma

Hilmi Bey’in Acaip Cuma Gecesi

duman yavaşça yayılıyor

kanımızın son damlası bu

ölerek savaşıyoruz, yaşamla

-bütün bisikletleri maviye boyadık.



lastikleri dikkatle değiştiriyoruz,

ellerimiz kirli ve yara-bere

içinde küçük gezegenlerin geçtiği bir mavi küre.



keşke deniz akıyor olsa

kırmızı ışıklar yansıyor

dümdüz uzun bir ışık demeti.

13 Mart 2012 Salı

Azınlık-Makinesi ve Azınlık-Oluş

[Yazı aynen Anafor Dergi'nin 1 Nisan 2012 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.]

Doğu'dan Batı'ya doğru ve Kuzey'den Güney'e doğru çizilen sınırlar, az çok bütün şehirlerde, mikro düzeylerde yinelenir. Doğu'ya doğru gittikçe yükselen ve dağları zenginleşen Anadolu coğrafyası gibi, Batı'nın Kürt mahalleleri de aynı jeolojik katmanlaşmayı sergiler. O mahalleler de, dört bir yanından, iç-şehirden esnek çizgilerle ayrılır; tekinsizleştirilir, adlileştirilir ve nerede ise bir karantina bölgesi haline getirilir. İnsanlar yertyurt edindikleri topraklardan yersizyurtsuzlaştırılır, göçebeleştirilir, bir kamyon kasasının, sidik kokan uzun yol otobüslerinin akışları içerisinde sürüklenir. Böylece, Mardin'den, Diyarbakır'dan, Hakkari'den, oraların kasabalarından, köylerinden İzmir'e, İstanbul'a, Manisa'ya doğru karanlık tüneller oluşur; tünellerin birleşim noktalarında karadelikler. Kimliklerin, seslerin, sürçmelerin, yanık tenlerin, nasırlı ellerin karıştığı/kaybolduğu derin boşluklar: Dışarısı. Ama içeride bir üretilen bir dışarısı. Kimi zaman bir duvarın -Mevlana mahallesi ile, Ege Üniversitesi'ni ayıran duvar gibi-, kimi zaman bitmek bilmez yokuşların, kimlik kontrol noktalarının sınırını belirlediği "dışarı"lar.

Tabii bu karadelikler, tüneller, dışarılar sadece azınlık olarak üstkodlananı ilgilendiriyor değildir. Majöriter olarak üstkodlanan, yaratılan, şekil verilenleri de baskı altına alır. Bu azınlık makinesi, yersizyurtsuzlaştıran bir makine ise de, aynı zamanda, bir dışarısı yaratıp, sürgünlerini yeniden-yerliyurtlulaştırır ve dışarıyı adlileştirmesi ile majör kimlik olarak üstkodlananları da, polise, suç ortaklığına, ihbarcılığa ayartır ve bu şekilde içerisini de baskı altına alır. Artık buradan itibaren, her türlü polisiye önlem, katliam, ölüm, savaş vs.. meşrulaştırılır ve içeridekileri de tehdit eder hale gelir. Patlayan bombalardan çok, potansiyel bir tehdit olarak her yerde hazır ve nazır bulunan, patlamayan bombalar; savaşta o gün ölüp düşenler değil de, yarın veya bir başka gün, ertelenip duran ve asla öngörülemeyen bir kıyamet gibi ulu ve tanrısal bir sesin sürekli fısıldadığı ölüp düşecek olanlar yoluyla bütün bir coğrafya hem terörize, hem de polisiye edilir-ikisi özsel olarak aynı da olsa, terörize etme süreci korku ile, polisiye etme süreci kimlik kontrolleri, ne zaman geleceği belli olmayan baskınlar yolu gerçekleşir ve azınlık-üretimi içerisinde görece farklı olan bu iki süreç, azınlık makinesinin işleyişinde bütünleşir ve birbirini tamamlar.

3 Şubat 2012 Cuma

T(a)(ı)n/ım/lamalar

I.

Dış-

topun oynandığı yer

İç-

durgunluk-uzamı:

geliş-gidişler arası

kırkbeşd[akikad]urgun[luk].

II.

Dış-

Beden'in durduğu yer,

hesap edilemez hata eşiği.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Ulular ve Dereler veya Kırmızı-Kere-Kırmızı Şiir

ebedi bir kurşuni gök yüzüne mahkum

edilmiş sınır üstünde kaçan

akşamüstü,

haklarımdan vazgeçiyorum

parçalarım ben

onlarca makine-parça.

yazıyorum işte,

m

a

h

v

olmuşluk sızıyor, yıkıntı ve

köksüz, uçsuz bir orta