2 Nisan 2012 Pazartesi

Önemsizleşme

Mevsim sonbahar-hep sonbahar, sonsuza dek sonbahar, gelip geçse de sonbahar-. İlk kez görüşüyor olmak, dilinin dolanması, konuşmak ama konuşmak-dinlemek, duymak. Konak'tan aşağı doğru yürümek, Alsancak yönünde, sahilden, sakince, sessizce yürüyor olmak-hep yürüyor olmak, dursak da yürüyor olmak, bir kafede kahve içiyor olsak da yürüyor olmak-.

Yürüyoruz.

Hafifçe bir meltem esiyor, günbatımı. Daha yıldız yok, hiç yıldız yok sayılacak koca şehir ışıklarının gölgesinde. Türk kahvesi söylüyorum. Türk kahvesi söylüyor; iki tane orta şekerli.(Normalde sade içtiğimi beyan ediyorum, her zaman savunmadayım, hep kendimi savunuyorum) Bütün hayatını anlatıyor bir çırpıda, kaldığı yurdu, yurt arkadaşlarını, okuduğu bölümü, endişelerini, yalnızlıklarını, keyiflerini, eğlencelerini, eski sevgilisini.

Sonra yine yürüyoruz, ismini güzel bulduğumu söylüyorum. "Kulağımda güzel çınlıyor." Hararetle onaylıyor, "Ben de ismimi seviyorum." diyor. Gülümsüyorum-hep gülümsüyorum.-. "Sen de güzelsin." diyorum. Hafif mahcup, "Güzel olmak, güzel bir şey değil" diyor. "Neden?" diye soruyorum. "Belası çok." diyor. Konuşmak istemiyormuş gibi yapıyor, güzel olduğunu biliyor, bundan hoşnut, anlıyorum. Gülümsüyorum-bu sefer anlayışla, üzerinde durmadığımı belirtmek için, insanların güzel olduğunun farkında olmasının benim için sorun teşkil etmediğini göstermek için-.

Alsancak'a varıyoruz.



Kıyıda biraz duraklıyoruz. Denizi hep uzaktan sevdiğimi anlatmaya çalışıyorum. "Bak bana, ben de hiç spor yapacak hava var mı?" diyorum. Yüzmediğimi, koşmadığımı, futbolu sevmediğimi anlatmaya çalışıyorum. "Filozof bey, yüksek etkinliklerle uğraşıyor tabii." diyor. Gülüyoruz-bu sefer ikimiz-. Kendimi anlatmam gerekiyor, yapıyorum, ürkütücü her defasında ama kaçmak mümkün değil, anlatıyorum.

Kıyıdan ayrılıyoruz.

Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nde kalabalığa karışıyoruz, her yanımız insan, durmaksızın yürüyen insan, çantasını taşıyan insan, kızıl, siyah, sarı, pembe, mor saçlı insan, sohbet eden insan, sevgili olan insan, kendini beğenen insan, kendinden utanan insan-koca bir kalabalık ve keşmekeş. Buradan sıkılıyorum, ara sokaklara girelim diyorum, kitapçıya gitmek istiyor, gidiyoruz.

Kitapçıda Diana Krall çalıyor. Seviniyorum. İsmini sevmiyorum kitapçının, bana sanayiyi hatırlatıyor, işleyen makineleri, dönen çarkları, yorgun yüzleri, dip-dibe sıralanmış, yamuk duvarlı evleri, evlerde yanan sarı lambaları, pişen üçüncü sınıf yemekleri.

Klasiklere bakıyor, ben şiir raflarına yöneliyorum. Cemal Süreya açıyorum, bir şiir buluyorum, okuyorum. Sonra yanıma geliyor, ona da okuyorum. Okumamı beğeniyor, bir tane daha bulup okuyorum, bunu da seviyor. Ne okusam sevecekmiş gibi yapıyor, sıkılıyor belki belli etmiyor, belki sıkılmıyor, dinliyor. Nilgün Marmara'nın bir kitabını alıp çıkıyorum. O bir şey almıyor.

Ara sokaklardan birine giriyoruz, Can Yücel Sokağı. İlerliyoruz dar sokakta. Sağlı sollu insanlar bir şeyler yiyor, içiyor, konuşuyor, politika, aşk, sevişmek konuşuyorlar; erkekler kadınları, kadınlar erkekleri-sevgililer hiç bir şeyi ya da her şeyi.

Bir kafeye oturuyoruz. Bilindik masaları var, masaları, sandalyeleri, her kafede olabilecek olanlardan, her evde, bahçede, otelde, çaycıda. Bir bira istiyorum. Akşamüstü güzel bir hava sarıp sarmalıyor her yerimi, her yerimizi, bacaklarımızı, ellerimizi, yüzümüzü. Güzel şeylerden bahsetmeye çalışıyorum, bacaklarından bahsediyorum, ellerinden bahsediyorum, dudaklarının kıvrımlarından bahsediyorum. Durmadan gülümsüyor, gülümsemesi yayılıyor yüzüne, koltuğuna iyice yerleşiyor, bacak bacak üstüne atıyor.

Nilgün Marmara'yı soruyor, anlatıyorum. İntiharını anlatıyorum, daralışını anlatıyorum, daralmayı anlatıyorum. Gülümsemesi soluyor, anlayamaz, anlayamayız, duyumsananın ötesinde olduğunu göstermek istiyorum, yorumlamasın istiyorum, beceriyorum, bir şey söylemiyor. Kitabı eline alıp şöyle bir bakıyor, bir kaç şiirine bakıyor, şiiri sevdiğini söylüyor, güzel şeyler yazmış diyor; onaylıyorum.

"Artık gitmem gerek" diyor. Kalkıyoruz.

Kıbrıs Şehitleri'ndeyiz yeniden. Kalabalığa karışıyoruz yine, herhangi birinin sadece "herhangi biri" olduğu insanların arasına, sağlı sollu kafelerin, tekel bayilerinin, tek tük kitapçıların, İngilizce-Fransızca-Türkçe isimlerin arasına. Kollarımız arada birbirine değiyor. O yine yurdunu anlatıyor, bineceği otobüsü, Buca'da yaşamanın güçlüğünü, her yere uzaklığını, ne kadar yol gitmesi gerektiğini.

Cami durağına varıyoruz.

Konuşmaktan mutlu olduğunu söylüyor. Şiir okuduğum için teşekkür ediyor. "Hep şiir okuyacaksan, her gün buluşalım" diyor. Gülümsüyorum-bütün günleri bir kaç mimikle idare ettiğimi düşünüyorum, bunun nedenlerini merak ediyorum, mimiklerimi sayıyorum, üç tane: gülümseme, hissizlik, sıkkınlık-. "Belki sana kendi yazdıklarımdan birini okurum" diyorum. Çok şaşırmış gibi yapıyor, çok mutlu olmuş gibi, belki de şaşırıyor ve mutlu oluyor.

Otobüsü geliyor.

Nazikçe, mesafeli, sarılıyoruz. "İyi akşamlar." diliyorum. Arayacağını söylüyor, ilk fırsatta yemeğe çıkmak istiyor. "Elbette" diyorum.

Otobüsüne biniyor, el sallıyor ve gidiyor.



***

Hâlâ yorgun.

O kadar yürüyüş, konuşma, yeni bir kadın, yeni bir yaşantı, içilenler, dikkat edilenler, dikkatten kaçanlar, oturulan yerler, deniz, Alsancak, ara sokaklar hep yoruyor onu. Bütün gece düşünmek, hayal kurmak, rüya görmek, uyanmak, heyecanlanmak, sıkılmak-bütün bunlar, bütün sancılar, geçmiş ve geleceğin arasında kalmışlık, kelimeler ve kelimeler... Sabah geç kalkıyor.

Giyiniyor ve çıkıyor.

Öğlen güneşi yüzünü yakıyor, gözleri kamaşıyor. Elinde olmayanları düşünüyor, elinde olanları, şanslarını, şanssızlıklarını, köşeyi dönüyor kırk beş sokaktan, yürüyor. Bir gece öncesini hatırlamaya çalışıyor, bir kaç gece öncesini, tüm gecelerini anımsamak derdinde-hep bir şeyler yanlışmış gibi, hep sanılanın aksineymiş gibi: yanlış öncüller ve yanlış sonuçlar.

Bir köşeyi daha dönüyor ve hâlâ yürüyor.

Çocuklar okuldan alınıyorlar anneleri tarafından. Kocaman bir bahçesi var okulun, ağaçsız, silme beton, demir kaleler küçük top sahasında. Çingene çocuklar var, aralarında tek tük göçmen çocuklar, Kürt çocuklar. Kocaman çantalı çocuklar, şımarık, uslu çocuklar, ağlayan, gülen çocuklar.

Okulu da geçip, yürümeye devam ediyor.

Kahvenin yanından geçiyor. Boyacı sandukası açılmış önüne, yaşlılar, işsizler, işçiler, evliler, bekarlar, eşini dövenler, eşini sevenler. Son sıcakta herkes yarı uykulu, çaylar bayat. Boyacı bile işten umudunu kesmiş, sırtını yaslamış sandalyesine uyuyor.

Kahveden sonra adımlarını hızlandırıyor.

Yine aklı başka şeylerle meşgul, dağınıklığının içinde bir girdaba benziyor, elini attığı şey onu çekiyor daha derinlere, ama o derinler de karışık, hiç bir şey berrak değil. Bornova'nın ana caddelerinden birine geliyor, karşıya geçiyor. Ara sokakta yürüyor. Levanten konaklarına bakıyor göz ucuyla, her şeye göz ucuyla bakıyor, dikkati dağınık-metrolardaki insanları düşünüyor, kalabalığı, yer telaşlarını, birbirini ezip geçme çabalarını. Ve onlara uymak zorunda olmayı.

Hep yorgunmuş gibi hissediyor. Büyük Park'a varıyor.

O kadını düşünüyor, yemek için arayacağını söylemişti, telefon bekliyor, belki arar. Büyük Park'ın büyük fıskiyesi tonlarca suyu havaya kusuyor, çevresinde insanlar geziniyor, serinlemeye çalışıyor. Çocuk kahkahalarına, suyun gümbürtüsü ve cırcır böcekleri eşlik ediyor. Hiç bir şeyin farkında değilmiş gibi, hiç bir şey ilgisini çekmiyormuş gibi-çocuklar bile- önüne bakıyor, yürüyor.

Süvari Caddesi'ne bakan kapıdan çıkıyor.

Caddeden aşağı yürüyor. Öğrencilerin arasından, iş bilir garsonların arasından, küçük dükkanların arasından daha da aşağıya. Bir caminin yanında duruyor. Tam köşeye yapılmış, ağaçlı, temiz, ferah bir cami bu. Çocuklar avlusunda futbol oynuyorlar.

Orada işte, orada-geçip gitmekte olduğu bir yerde. Geçip-gidiyor-yürüyor.

Rebel'e varıyor.



***



Önüne çay konuluyor.

Kafenin yol kenarı-bahçesinde yorucu bir telaş var, sıcakta kalabalık. Bir vantilatör, su püskürterek insanları serinletmeye çalışıyor. Kapının önündeki masada kafenin çalışanları ve sahipleri oturuyor.

Önlerinde bir çift var, yan yana oturuyorlar. Erkeğin bir elinde kahve fincanı, diğer eli kadının belinde, bazen aşağı gidiyor, kalçalarında geziyor. Kadın bacak bacak üstüne atmış, soğuk kahvesinden yudumluyor, tahriklerden hoşnut, gülümsüyor, anlatıyor-durmadan anlatıyor.

Bir öndeki masada kalabalık bir grup oturmuş, üniversite öğrencileri, birisi komik bir hikaye anlatıyor, diğerleri düzenli aralıklarla gülüyorlar. Arada uyumu bozan, iç-çekiş gibi bir kahkaha duyuluyor, birisinden. Garson oraya servis yaparken hepsi saygılı davranıyor, bu sefer garson bir şey söylüyor ve hep beraber gülüyorlar.

En öndeki masada iki erkek oturuyor. Ciddi görünümlü, ciddi giyimli, ciddi çantaları ile iki ciddi erkek. Hemen yanlarında-çünkü sandalyeleri diğer iki masaya göre ters konumlandırılmış-, kopan kahkahalar sanki gitmek istemedikleri, içleri acıyarak terk ettikleri veya artık isteseler de dönemeyecekleri, uzak geçmişlerindeki bir evrenden geliyormuş gibi somurtuyorlar rahatsız-rahatsız.

Onların simetriğindeki iki kişilik masada O oturuyor. Önüne bir çay daha konuluyor.

O masanın hemen yanında-öğrencilerin masasının yanında-, başka bir kalabalık grup var. Bunların hepsi kadın. Biri ağdadan bahsediyor. Herkes onaylıyor, anlattıkça her sözü onaylanıyor, durmaksızın onaylanıyor. Birisinin gözü diğer masadaki erkeklerden birinin üzerinde, bir yandan başını sallarken-onaylar bir sallama- bir yandan erkeğe bakıyor. Erkek onunla ilgili değil.

Birisi garsona sesleniyor. Kırklarında bir erkek, iyi giyimli. Hesabı istiyor, nazikçe, sessiz(miş)ce. Yanındaki kadın arkadaşı, belki eşi, belki sevgilisi, duymasın diye çaba harcıyormuş gibi. Garson içeri gidiyor.

Önüne bir çay daha konuluyor.

Kafede Nouvelle Vague çalıyor. Müzik adil dağılmıyor, herkes aynı hüzünlü sesi duymuyor. Ana girişe yakın olanlar daha şanslı. Müzik ağır bir yük gibi taşıdığı hüzünden yoruluyormuş gibi, bir kaç adımdan sonra beli bükülüyor, adımları yavaşlıyor, dizlerinin üstüne çöküyor, son bir gayretle devam etmeye çabalıyor, kan-ter içinde kalıyor ve bir yerden sonra bir fısıltı, sonra bir inilti, rahatsız bir mırıltı olarak siliniyor, kayboluyor.

Bahçenin diğer tarafında hep çiftler oturuyor. Bazıları kavga ediyor, bazıları gülüşüyor. Çoğunun zihni gece ile meşgul, evi düşünüyorlar, yataklarını, sevişmeyi, dokunmayı, beraber uyumayı, sabah beraber uyanmayı. Sanki her şey güzelmiş gibi, her şey mümkünmüş gibi, ellerinde tutuyorlarmış gibi. Hayallerinde tiksinmeye yer yok, şu an.

Bir çocuk dilenci geçiyor kaldırımdan, karşıdan masalara sesleniyor. Kimse çocuğa dönüp bakmıyor. Açlığını anlatıyor, yokluğunu anlatıyor, yalan söylüyor, doğru söylüyor, abartıyor ama orada işte. Başka bir garson gitmesini söylüyor, küfrediyor çocuk, gerçek bir çocuk oluyor. Yürüyor, gidiyor.

Hesabı getiriliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder