19 Ekim 2012 Cuma

Antikapitalist ve Antiotoriteryan Bir Politik Hareketi Düşünmek


[Bu yazı Anafor Dergi'nin 19 Ekim 2012 tarihli 3. sayısında aynen yayınlanmıştır.]

Bunu yapmak demek, politik pratiğin kendisini ve etiğini düşünmek demektir öncelikle. Antikapitalist ve antiotoriteryan hareketlerin gerileyiş döneminin sonu çoktan geldi, birçok farklı kolektivite, Ortadoğu’dan, Wall Street’e kadar alanları işgal etti, ediyor ve edecek. Kapitalizmin yeni döneminin olası kriz hatları ve kırılgan çizgileri, birçok teorik girişim tarafından açığa çıkarılmaya çalışıldı.[1] Ayrıca bununla da kalınmayarak, geleceğin virtüel, yani gerçek ama henüz edimselleşmiş güçleri, güncelliğin içinde tarandı ve yeni öznellik yüzeyleri bu güçlere bağlanma yolu ile oluşturulmaya çalışıldı.[2] Coğrafyamızı istila eden –ki bugün Birinci Cumhuriyet’in çöküşü ile beraber, umulur ki çöken- arkaik sol söylem ve onların örgütsel-karakollarına rağmen, bir çok farklı mücadele alanında –Feminizm, LGBT, ekoloji, üniversite vs…- hareketlenmeler görülmeye başlanıyor. Bu denemenin konusunu, şimdiden, politik hareketlerin olası öncüleriyle beraber, yeni bir dünya için yola koyulurken, bizatihi örgütlenme tarzları ve hareket tarzları üzerine düşünme çabası oluşturuyor. Zira ne kadar hareketsiz gelirse gelsin, politik muhalefet –geleceğin yeni güçleri-, moleküler düzeyde, biz daha onun geleceğini bile hissetmeden, toparlanmaya, yeni yollar açmaya, mevcut güncelliğe müdahale etmeye, kendini o güncellik içerisinde yaratmaya başlamıştır.

Politik Hareketin Etkin Ve Tepkisel Biçimleri

1.      Ertelenmiş Cennet’e Karşı

Muhalif hareketlerin, devletçi-otoriter biçimleri yeniden ürettiği ve hareketin gövdesini yeni bir hiyerarşik kodlama sistemi içerisine çektiği, birçok mikrofaşist odağa sahip olabileceği analiz edildi.[3] Fakat bu denemenin konusu tek tek bu odakların analizinden ziyade, bir politik hareketin nerede etkin, nerede tepkisel olmaya başladığı üzerine düşünmektir.
Coğrafyamızda hepimizin tanışık olduğu önemli bir sol söylem tipinde, sosyalizm ve/veya komünizm, harekete katılanların asla göremeyecekleri uzak bir geleceğe ertelenmiş olarak anlaşılır. Ve hareketin parçası olan insanlar, uzak gelecekteki insanların mutluluğu ve eşitliği uğrana mücadele etmeye zorlanırlar. Pektabii, bu tarz bir söylem, şehitlik¸ peygamberlik gibi kategorileri yeniden üretir ve hareketin gövdesini bu kategorilerde kıstırır: Önderlik=Peygamber, Militan=Havari ve Şehit, Hareketin Gövdesi=Kitle. Harekete içkin ve bağlı öncülerin yerini, hareketin üstbelirleyen ve yönlendiren önderlik ve bu durumda bilinçlendirilen kitle alır. Hareketin seyrine göre, ertelenmiş cennet, hareket hedeflerine ulaşır ulaşmaz, tam ters köşe olabilir: kurulmuş cennet, başarılmış devrim. İki durum da bir ve aynı hastalığın semptomudur: Tepkiselleştirilmiş ve bütün yaratıcılığı bastırılmış bir hareket. Devrimde bir oldu-bitti noktası bulunamaz. Bir devrimci hareket elbet de kurucu bir politika gerektirir, fakat güncel devrimci makinenin, bürokratik bir makineye evrilmesi, tam da kurulmuşluğun ilanı ile olur. Bir bürokrat her daim, taşlaşmış düzenlemeler talep eder ve hiçbir şey ona devrimci bir hareket kadar uzak değildir.
Oysaki tekrar ve tekrar bu tuzaklara düşmek istemiyorsak, hareketin burada ve şimdi yarattığı olanaklara gözümüzü çevirmemiz gerekir. Ertelenmiş cennet, komünizmi salt sosyolojik bir aşama olarak düşünmektir. Aksine, komünizm, politik hareketin, sermayenin güncelliğine içkin yaratım kudretidir. Ertelenmiş cennet için mücadeleye çağrı, çileci ve kinik militanlar ve biat eden bir kitle yaratmaya çağrıdır. Hristiyanlığın, iktidarını biat edenlerinin umutlarını ertelemesinden alması gibi, aynı mekanizma kapitalist beden boyunca da işler: İşten sonra tatil, dinlenme; dünyada cefa çektikten sonra huzur, mutluluk; emekli olduktan sonra dinlenme; devrimden sonra refah vs…

2.      Temsil Döngülerine Karşı

Arkaik sol söylemin ayrılmaz parçalarından biri de, halk[4] adına ve halk için hareket etmektir. Bir aşkınsal özne varsayılır ve bu aşkınsal öznenin iradesinin, önderlik tarafından temsil edildiği düşünülür. Temsil mekanizmaları özellikle yaratılmak istenmediği durumlarda dahi, devlet veya hareketin güncelliğinde karşı karşıya gelinen otorite tarafından da talep edilebilir. Sözgelimi, üniversitede meydana gelen politik hareketlerde, üniversite yönetimleri hareketten temsilciler talep eder ve onları kapalı oturumlarda anlaşmaya ve ihanete zorlar.
Antidevletçi bir politik hareketin ilk saldırı noktalarından birinin her hâlükârda devletçi biçimleri taklit eden temsil biçimleridir. Temsili irade ve iradenin –rızanın- devredilebilirliği liberal veya cumhuriyetçi burjuva politik biçimlerdir. Günümüzde ise, salt antikapitalist değil –ve belki de özellikle şu an için doğrudan ve öncelikle antikapitalist olmayan politik hareketler- öznelliklerini doğrudan konuşturan politik biçimler yaratmaya çalışmaktadır. Her ne koşulda olursa olsun, politik öznenin kendi adına konuşabilmesi göründüğünden çok daha büyük politik öneme sahiptir. Öyle ki, salt bu temsil biçimlerine karşı çıkış bile, politik hareket açısından hayati öneme sahip görünmektedir. Örgütlenme tarzlarını demokratik merkeziyetçiliğin de ötesine taşıyan radikal demokrasi/doğrudan demokrasi biçimleri her durumda mutlak olarak mümkün olmasa bile, önderlik/kitle kategorileri içerisinde özellikle iktidar karşısında ve tarafından kıstırılmak istenmeyen bir politik hareketin üzerine yaratıcı ve etkin bir çaba göstermesi gereken temel önemde bir konu olarak öne çıkmaktadır. Her durumda, yerel iktidar bunu talep ettiğinde dahi, bu kıstırılmadan kurtulmanın pratik tarzlarını icat etmek, hepimizin sorunudur.

3.      Ahlakçılığa Karşı

Televizyon ve gazeteler, her türlü politik olguyu, ahlaki bir skandala dönüştürür ve böylece politik ortama bir doz daha ahlak şırıngalanmış olur. Telekulak olaylarından, savaş gerçeklerine kadar, “ahlaksızlık” feryatları ve “vicdan” çığlıkları arasında sıkışıp kalırız. Oysa kapital bir akıştır, ilişkidir ve ahlak kadar daha az ilgilendiği hiçbir şey yoktur. Aşkın ilkelere dayanan bir ahlak, salt simülasyon etkisi yaymaktan daha fazlasına sebep olmaz ve politik olanın ahlakileşmesi, öncelikle politik hareketleri zehirler.
“Ahlaksız” kapitalizm karşısında, sırtımızı rahatlıkla yaslayabileceğimiz bir proleterya veya halk ahlakı yoktur. Burada işin esprisi, kapitalizmi ahlaksız olarak tanımladığımız değerlerin kendilerinin de kapitalist makinenin kısmi-yeniden-kodlaması tarafından yaratılmış olmasıdır. Her ne kadar kapitalizm ahlaki kodlar da dâhil bütün kodlama biçimlerinin çözülüşü de olsa, devletçi/otoriteryan biçimler altında, tüm topluma yaygınlaşamasa da, yerel yeniden-kodlama tarzları geliştirirler. Ve biz her durumda kendimizi bu yerel ahlaki kodların/normların içinde buluruz. Dolayısıyla, norm’al statüleri içerisinde herhangi bir aşkınsal ahlaka dayanmak sadece politik olanı, ahlakilik içerisinde tuzağa düşürmek anlamına gelir ve devletçi biçimleri yeniden üretmeye hizmet etmek dışında hiçbir işe yaramaz.
İhtiyaç duyduğumuz şey ise, Spinozacı bir içkin etik ve Nietzscheci bir etkin eleştiridir. Spinozacı etik, pratik olarak etkin bir örgütsel/politik hareket için içkin hareket noktaları sağlarken, Nietzscheci eleştiri, aşkınsal/toplumsal değerleri ve en başta Ahlaksal ilkeleri ve kurumları, soykütük yolu ile yapısöküme uğratarak yeni kurucu biçimler için alan açmaya yarar. Nietzscheci soykütük her türlü politik oluşumu ve kurumu onu oluşturan iktidar/öznellikleri dikkate alıp çözümler ve müdahale için, üzerlerindeki tılsımlı ve mutlak haleyi dağıtır.
Antikapitalist ve antiotoriteryan politik hareketleri, “toplum”a karşı çevirmek gerekir. Bu ise, eğer ki tepkisel bir biçimde değil de etkin ve yaratıcı bir biçimde yapılacaksa, “İyi”nin veya “Adalet”in adına ve onun tarafından değil, hareket(ler)in içkin iyilerinin tüm bir kapitalist toplumun işlerliğini bozacak şekilde yaratılması ile olacaktır.




[1] Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ile başlayan girişimleri ve Operiaistlerin Post-Fordist kapitalist ilişkiler üzerine çözümlemeleri kadar, Foucault, Deleuze, Lyotard, Derrida, Baudrillard gibi filozofların başka yüzeyleri açan analizlerini, LGBT ve Feminist hareketlerin teorisyenlerinin kuramsal çabalarını –sözgelimi Judith Butler-  vb… kastediyorum.
[2] Özellikle Hardt ve Negri’nin “Çokluk” kavramı bu girişimlerin en net örneklerinden biridir.
[3] Bkz. Özellikle Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u.
[4] YerineProleterya, Kadınlar, LGBT bireyler vs… konulabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder