22 Aralık 2011 Perşembe

Antik Yunan Tragedyası ve Politik Yapısı Üzerine Kısa Bir İnceleme

Antik Yunan siteleri, kendileri ortalama on kabileden oluşan fratrilerin, bir araya gelerek oluşturdukları yapılardır. Bu siteleri oluşturan fratriler, hangi amaçla ve nasıl bir araya gelirse gelsinler, aralarında belli kavgalar olsa dahi, bir arada yaşamayı kabul etmişlerdir ve ortak bir totem altında birleşmişlerdir. Her topluluk gibi, Yunan toplumu da, işlevlerin ayrışması ve tüketim fazlasının oluşması ile sınıfsal ayrışmaya uğrar. Eğer ki, Antikitede demokrasiyi ve onunla tragedya arasındaki ilişkiyi anlamak istiyorsak, biraz sitenin içindeki sınıfsal duruma bakmalıyız.

Antik site, şehir, polis, temel olarak, aristokratlar, kan yoluyla siteden olan tüccarlar-özellikle paranın bulunuşu sonrası-, yabancı tüccarlar yani metekler, çiftçiler ve askerler ile kölelerden oluşuyordu. Monarşi sonrası Yunan sitelerinin genel görünümü aşağı yukarı böyleydi. Site, asker-yönetici-erkek aristokratlar tarafından yönetiliyordu.

Zamanla, başta Atina olmak üzere, yunan sitelerinin ticari faaliyetlerinin artmasıyla yavaş yavaş, özellikle zenginliği ve dolayısı ile politik iktidarı toprak sahipliğine bağımlı olan aristokrasinin aleyhine, yerli tüccar sınıfın lehine bir zenginleşmeye sebep oldu. Toprağın, alınır satılır bir meta haline dönüşmesi ile birlikte de, tarım arazilerinde, toprağa bağımlı olarak çalışan bir kabile üyesi olan çiftçiler de giderek, ücretli-özgür tarım işçilerine dönüşmeye başladılar. Bunların önemli bir kısmı da, site merkezlerine göç ederek, zanaatkarların yanlarında çalışmaya başladılar.



Bu yeni "orta sınıf" yani tüccarlar, ekonomik gelişmişliklerine oranla, yavaş yavaş, politik olarak güçlenmeye başladılar. Demokratik devrimin hemen bir öncesinde ortaya çıkan tiranlıklar, büyük oranda, bu yeni orta sınıf üyelerinden müteşekkillerdi ve aristokrasiye karşı, sitenin dönüşümünde kilit öneme sahiplerdir. "Atina'da ilk büyük bunalım İ.Ö. 6. yüzyılda oldu... En aşağı sınıfa, üretimlerinin ancak altıda birini kendilerine ayırma izni verilmişti. Faiz oranları yüzde elliye çıkmış olan tefecilerin ağına düşmüş köylüler topraklarını, çocuklarını, kendilerini satmaya zorlanıyorlardı... Eupatridai, bir köylü isyanını bastıracaklarsa, mülklerini yitirme tehdidi karşısında onlar kadar korkmuş olan tüccarların işbirliğini kazanmak zorunda olduklarını kabul ediyordu. Bunun için, kendisi de ticaretle uğraşan bir Eupatridai üyesi olan Solon'a diktatörlük güçleri verildi (İ. Ö. 593)."[1]  Solon reformları, bizi ilgilendiren en önemli tarafıyla, alt sınıfların üzerindeki baskıyı hafifletip ticaret özgürlüğünü orta sınıf yararına genişletirken, demokraside büyük ehemmiyet taşıyacak olan eski bir kabile kalıntısını, halk meclisini yeniden canlandırıp, dört yüzler meclisini kurdu ve asıl yönetim merkezi olan Areopagos meclisine katılımı toprak mülkiyetine bağlayarak, orta sınıfın yönetime katılabilmesinin yolunu açtı. Bu durum tiranlığın hemen bir öncesidir. Yaklaşık olarak, otuz-kırk yıl sonra gerçekleşen Peisistratos darbesi sonrası oluşan tiranlık ise, bizi asıl olarak ilgilendiren bir şeyi yaptı: Peisistratos, "aristokrasinin çok dar klan tapımını dengelemek üzere, o güne kadar Olymposlu olarak pek tanınmayan Dionysos'a tapınmayı resmen tanıdı ve çok geçmeden bir festival olarak Panathenaia'yı bile gölgede bırakacak olan Kent Dionysia festivalini kurdu ya da yeniden canlandırdı."[2] İşte bu tragedyaya giden yolda, açılan ilk gedikti. Eski yönetici sınıfın, hem dişilliği hem de insanlar arası bir eşitliği içerdiği için hiç bir zaman hoşlanmayacakları bir tanrı, sitenin kapısının içinden girivermiş oldu.

Demokratik devrim, işte yukarıda kısa bir tasvirini yaptığımız bu zeminde gerçekleşti. Kendini eski yönetici sınıfa karşı bir tiranlıkla ifade etmiş olan tüccar-zanaatkar sınıf, yani orta sınıf, kendi gücünü toplayınca, alt sınıfları da arkasından sürükleyerek demokratik devrimi gerçekleştirdi.

Demokrasi, kabaca "demos"un yönetimi anlamına gelir. "Demos", özgür, erkek yurttaşlardan oluşmuş bir topluluktu. "Demos"u oluşturan her bir yurttaş, kan bağı ile sitenin fratrilerinden birine aitti ve bir toprağı mülk edinmek yolu ile seçme-seçilme hakkına sahipti. Öncelikle anlamamız gereken şey bu demokrasinin gerçek anlamda sadece çok küçük bir kısım insanın siteyi yönetmesidir. Fakat onu demokrasi yapan şey bu yönetimselliğin kendisinin, yönetme yetkesine sahip olanlar, yani yurttaşlar tarafından meclisler yoluyla, seçimler ve oy ile doğrudan yürütülüyor oluşudur.

Demokrasi kendini ortaya koyduğu andan itibaren, bir uzlaşma, karşıtların uzlaşısı olarak ortaya koymuştur. Yani, demokratik devrimi yapan orta sınıf, aynı zamanda, kendini aristokrasi ve emekçi sınıfların bir uzlaştırıcısı olarak da görüyordu. Bu çabanın, emekçi sınıflar açısından en önemli göstergesi olarak, Dionyziak ayinlerin sitede kurumsallaşmasına yukarıda değinmiştik. Şimdi bunun neden öyle olduğunu görmek için kısaca Dionysos üzerinde duralım.

Dionysos, Yunan pantheonunda Apollon'la zıt kutup oluşturur. Aristokratik durağanlık ve "kendini bilme" ideallerinin temsilcisi olan Apollon'a karşılık, Dionysos, halkın coşkunluk, kendinden geçme, esrime, doğa ve diğer tüm insanların eşitliği ve birbiri ile bütünleşmesi ideallerini yansıtan tanrıdır. Ama daha önemli-ve alt sınıfların onu sevmesinde daha etkili- bir özelliği daha vardır, Dionysos'un. Dionysos, bedeni parçalanarak ölmüş, sonra yeniden doğmuştur. Mitin ve tanrının bu yanına ağırlık veren bir Dionyziak din olan Orfecilik, verili durumundan mutsuz olan çiftçi kitlelerin sığındıkları mistik bir din haline gelmiştir. Bu dünyadan ve eziyetten kurtulma teması, bir çok alt sınıftan insanın, Orfeciliğin etki alanına girmesine sebep olmuştur.

İşte demokrasinin Atina'da oturmasından sonra, zaten tiranlık tarafından getirilmiş bir şey olan Kent Dionysia'da ve Dionysos tapımında, Dionysos için söylenen koral dithyrambos, kora önderinin öne çıkmasıyla evrimleşerek tragedya haline gelmiş ve demokrasi de, bu yeni teatral biçimi, kurumsallaştırarak bir dörtleme yarışması biçiminde her yıl tekrarlanan bir etkinliğe dönüştürmüştür.

Demek ki, tragedyanın, demokrasi ile en temel ilişkilerinden biri, genel olarak, alt sınıfların bir dini olan Dionysos tapımının içinden gelişmiş olmasıdır. Yani belki de şunu demek çok iddialı olmaz, tragedyanın oluşabilmesinde, en temel mesele, alt sınıfları da arkasına alan bir demokratik devrimdi. Ancak alt sınıfların tapım biçimleri ve dinsel törenleri sitenin içine girip, kurumsal ve site yönetimi tarafından desteklenen bir etkinlik haline geldikten sonradır ki, tragedya mümkün hale gelmiştir. Tragedya ile demokrasi arasında tarihsel ve kurumsal diyebileceğimiz ilk ilişkilenme seviyesi budur.

Tragedya ayrıca içerik olarak da demokrasi ile ilişkilidir. Sofokles'in Kral Oedipus'unda[3]-ki Yunanca ismi Oedipus Tyrannos'tur-, tiran veya kral, yani Oedipus, sürekli iktidarını korumaya çalışan, asıl derdi hükmetmeyi sürdürmek olan, artık halkı tarafından istenmeyen bir figür olarak canlandırılır. "Böylece, yarılar oyununun[4] nasıl işlediği ve Oedipus'un, piyesin sonunda nasıl gereksiz bir kişilik olduğu görülür. Bu tiranca bilme, ne tanrıları ne insanları  dinlemeden kendi gözleriyle görmek isteyenin bu bilgisi, tanrıların söylemiş olduğu ve halkın bildiği şeyin birbirine uymasını sağladığı için Oedipus böyle bir kişiliktir. Oedipus, istemeden, tanrıların kehaneti ile insanların belleği arasında birlik oluşturmayı başarır. Oedipus'un bu bilgisi, iktidarın aşırılığı, bilginin aşırılığı öyle bir hal almışlardır ki Oedipus gereksizleşmiştir."[5]

Bir de asıl olarak Antik sitelerin en önemli özelliklerinden birinin de, tragedya tarafından içeriliyor oluşu var: Okul olma özelliği. Antik Yunan siteleri, her yerde mythosların canlandırıldığı, kahramanların mezarlarının, onların erdemli yaşamlarını anlatan resimlerle bezeli bir şekilde sitenin merkezi yerlerinde bulunduğu, herkesin, her yerde ve her an bir şeyi, ama sitenin varlığı için ve onun ideolojisi için çok temel olan bir şeyi, yani sitedeki yerini -köle, köleliğini, yapması ve durması gereken yerini; kadın, kadınlığı; yurttaş, yurttaşlığı vs..- öğrendiği bir okuldur. En net ifadesi şu sloganda bulan bir dünyadır bu: "Kendini bil!"; yani sitedeki, o büyük yapıdaki yerini bil, sınırları aşma, haddini bil... Bu özellik, aynı şekilde, kendisi için düzenlenen dörtleme yarışmalarında, yirmi bin gibi muazzam bir seyirci önünde oynanan tragedya için de geçerlidir. Oraya gelen köle, kadın, metek, yurttaş, aristokrat vs. için, tragedya bütün bir ideolojiyi tekrardan yaratır ve içerir. Gerek genel olarak hikayelerini kahramanlık kültünden devşirmesi, gerekse bu derece katılıma, herkesin katılımına açık olması, tragedyanın sitenin ideolojisi ve demokrasi ile doğrudan ilişkilenmesinde bir başka seviyedir. Tragedyanın bir taklit, mimesis etkinliği oluşu; yani gerçek kahramanların, soyluların, yurttaşların, erkeklerin, kadınların, kölelerin bir temsili oluşu, bir yandan da böyle bir anlam taşır. Oraya giden insanlar, bir yandan da kendi temsillerine bakarak site içinde nerede durmaları gerektiğini öğreniyorlardı.

Sonuç olarak toparlarsak, Yunan tragedyası, kendisini "zıtların uzlaştırıcısı" olarak tanıtmış bir sınıfın, siteye hakim olup, peşine taktığı alt-sınıfların dini inançlarını sitenin merkezine taşıması sonucunda, bu inanç ve mythosların dönüşümüyle oluşmuştur. Tragedya, kökenlerini totemci kabilelerin erginleme törenlerine kadar sürebileceğimiz Dionyziak ayinlerde Dionysos'a adanan dithyrambosların, yani tanrının yaşamının, ölümünün ve yeniden doğumunun müzik eşliğinde danslar ve şiirlerle yeniden canlandırılmasının koral düzeninin bir adım öteye taşınması ile, bu yapısal dönüşüm ile oluşmuştur. Tragedya, olması gerekenin, kaderin, moiranın, herkesin hayattan alacağı payın, gerçekleşmesi esnasında kahramanın çaresizliğini ve kaderini isteyişini ve buluşunu anlatan bir oyundur. Onun katharsisi, işte bu kahramanla yakalanacak duygudaşlıktır. Sitede, "her şeyin olması gerektiği gibi olduğu, olması gerektiği için olduğu" bu statik evrende, işte tamda bu statükonun kabulünü ve kaçınılmazlığını anlatır. Yani tragedya, üst sınıfların Apolluncu "kendini bil" şiarı ile, Dionysosçu alt sınıf tapım ve müziğinin özgün bir kaynaşmasıdır. Antik dünyanın iki ucunun, Apollon ile Dionysos'un kaynaştırılması veya Nietzsche'nin deyişi ile, Apollon'un Dionysos'u kontrol altına alışının ürünüdür. Aynı Antik demokrasinin iddiasında olduğu gibi, iki kutbun özgün ve derin bir uyumudur.



Kaynakça:



George THOMSON, Tragedyanın Kökeni, çev. Mehmet H. Doğan, Payel yay., İstanbul 2004

George THOMSON, İlk Filozoflar, çev. Mehmet H. Doğan, Payel yay., İstanbul 1997

George THOMSON, Tarihöncesi Ege, çev. Celâl Üster, Homer yay., İstanbul 2007

Friedrich NİETZSCHE, Yunan Tragedyası Üzerine İki Konferans, çev. Mahmure Kahraman, Say yay., İstanbul 2005

Friedrich NİETZSCHE, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu, çev, İsmet Zeki Eyuboğlu, Say yay., İstanbul 2005

Michel FOUCAULT, Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma, çev. Işık Ergüden & Ferda Keskin, Ayrıntı yay., İstanbul 2011







[1] George Thomson, Tragedyanın Kökeni, Payel Yayınları, Ocak 2004, İstanbul, sf:102




[2] a.g.e., sf: 106




[3] Çözümleme için başvurduğum kaynak: Michel Foucault, "Hakikat ve Hukuksal Biçimler"Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma içinde, Ayrıntı yay., 2011 İstanbul




[4] Kral Oedipus'taki, Oedipus'un soruşturmasının her evresinde ortaya çıkan bir kehanet veya bilginin yarılığı kastediliyor. Sözgelimi, iki kölenin bilgisinin yarım olup, birbirlerini tamamlaması gibi.




[5] a.g.e, sf: 195


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder